Datçalı ve Marmarisli Çevreciler DSİ’nin Desalinasyon ve Denize Deşarj Tesislerine Karşı Çıkıyor
Aralarında MUÇEP Derneğinin de olduğu 11 Datçalı Datça’da, ve yine aralarında MUÇEP Derneğinin de olduğu 23 Marmarisli ve Datçalı ise Bozburundaki DSİ’nin proje sahipliğinde denizden büyük miktarda su alarak ters ozmosla saf su elde eden ve önemli ölçüde tuzla yoğunlaşmış atığı ise denize geri deşarj eden tesislerin yararından çok zararı olduğuna dair gerekçeleri ile Valiliğin bu tesisler için ÇED Gerekli Değildir Kararına karşı dava açtılar.
Davacı Datçalı ve Marmarisli çevreciler dava dilekçelerinde bu büyüklükte tesislerin aşırı enerji harcayan ve işletimi ve ürünü pahallı tesisler olduğunu, ters ozmosla üretilen suyun içilebilir özelliğinin olmadığını, denizden su alımı ve özellikle denize tuzla aşırı yoğunlaştırılmış deşarj nedeniyle doğaya-denize-kıyılara-denizel varlıklara telafisi mümkün olmayan zararlar verileceğini belirtiyorlar.
DSİ’nin Datça için hazırlattığı Proje Tanıtım Dosyası: https://mucep.org/data_a-ptd_rev-1/ bağlantısından ve
yine DSİ’nin Bozburun için hazırlattığı Proje Tanıtım Dosyası ise: https://mucep.org/bozburun-ptd_rev-1/ bağlantısından ulaşmak mümkündür…
MUÇEP’li çevre gönüllülerinin dava açmalarının gerekçeleri ve talepleri ise dava dilekçelerinde şöyle tanımlanıyor:
Dava Gerekçeleri neler
15 Temmuzda Muğala’da açılan davanın dava dilekçesindeki DAVA EHLİYETİNE İLİŞKİN AÇIKLAMALARI şu şekilde anlatılmış:
Davacı müvekkillerin gerçek kişi olanları fiilen Datça’da yaşamakta olup, planlanan desalinasyon tesisi, doğuracağı çevresel etkiler ve yaratacağı geri döndürülemez ekolojik yıkımlar nedeniyle davacıların bedensel bütünlük ve sağlığını, dolayısıyla menfaatlerini doğrudan etkileyecek haldedir. Anayasa’nın 56. maddesinde tanımlanan sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı davacıların davacı olma yetkisinin dayanağını oluşturmaktadır.
Tüzel kişi müvekkil Muğla Çevre ve Ekoloji Politikaları Derneği açısından ise, Dernektüzüğünün 2. maddesinde(Ek. 1-a) Derneğin amaçları,“Dernek, Anayasanın 56. maddesinde tanımlanan sağlıklı çevrede yaşama hakkının, doğal ve kültürel değerlerin korunmasının sadece mevcut hukuksal düzenlemelerle sağlanamayacağı düşüncesiyle; bilimsel bilgiler ışığında kamuoyunun bilgilendirilmesi; koruma bilincinin geliştirilmesi ve yaygınlaşması, her türlü çevresel kirlenmeye, doğal ve kültürel değerin bozulmasına yol açan faaliyetler konusunda kamuoyunun bilgilendirilmesi ve uyarılması; bu kirletici ve bozan faaliyetlerin önüne geçmek için, dava açmak da dahil olmak üzere her türlü hukuksal yola başvurmak, demokratik baskı grubu işlevini görmek, bu konuda yapılan yasal düzenlemelerin ve yönetim faaliyetlerinin ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı yollarla takipçisi olmak, her türlü çalışmayı yapmak ve bu amaçla çalışan MUÇEP-Muğla Çevre Platformu’nun çalışmalarına her türlü mali, hukuki ve fiili katkılarda bulunmak amaçlarıyla kurulmuştur.” biçiminde tanımlanmaktadır. Davacı olarak dava açılmasının Derneğin tüzükte tanımlanan amacıyla uyumlu olduğu açıktır. Dernek Yönetim Kurulu tarafından alınan ve örneği ekte sunulan 13.07.2022 tarih 30 sayılı kararda da (Ek. 1-b) dava konusu desalinasyon/tuzsuzlaştırma deniz suyu arıtma tesisi ile ilgili her türlü idari ve yargısal yola başvurulması karara bağlanmıştır.
Belirttiğimiz tüzük hükmü ve Yönetim Kurulu kararı, Derneğin idari işlemin iptalinde menfaatin ve dava ehliyetinin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.
Yine dava dilekçesinde davacı tarafın KARARIN İPTALİNİ GEREKTİREN EKOLOJİK-ÇEVRESEL DAYANAKLARI da şu şekilde paylaşılmış:
1- Datça ve Bozburun yarımadaları birlikte değerlendirilmesi gereken bir Özel Çevre Koruma Bölgesidir. İki yarımada da bütünüyle korunması gereken bir ÖÇKB’dir.Bu korumanın en temel amacı, hızla kirletilmekte ya da tahrip edilmekte olan doğal ve kültürel varlıkları, en azından belirli bölgelerde (özellikle insan kaynaklı) müdahalelerden koruyarak, el değmeden, tahrip edilmeden gelecek kuşaklara miras bırakabilmektir. İnşaat alanı ve etki alanı itibarı ile yapılması amaçlanan bu tesis, korunan alan statüsü içindedir ve korunan alan içinde ekolojik bir yıkıma, canlı yaşamın yok oluşuna neden olacaktır. Önemli ölçüde (birinci dereceden hassas ya da ikinci ve üçüncü dereceden koruma bölgesi ya da tabiat parkı olarak da tanımlanmış alanları da kapsayan değişik derecelerde koruma statüleri ile bu ÖÇKB bölgesinde, denizi, deniz canlılarını ve kıyıları, toprağı tahrip edecek en küçük bir aksiyona bile müdahale edilmesi gerekirken; bizzat DSİ ve Valilik kanalıyla bu korumanın kaldırılması yasaya ve hukuka açık aykırılık oluşturmaktadır.
2- Denizden büyük miktarlarda su alarak ters ozmos ve ultra filtrasyon yöntemleri ile birlikte tuzsuzlaştırma prosesi, hem denizden su alırken ve hem de denize tuzla yoğunlaşmış atık suyu deşarj ederken denizel varlıklara, geri dönüşsüz zarar verecektir. Yöredeki deniz yaşamında biyo-çeşitlilik hızla azalacak, deniz giderek kirlenecek, çölleşecek, çeşitli canlı türlerinin yaşaması daha da imkansızlaşacaktır.
Denizden çekilecek günlük 60 bin m3 (ya da yaklaşık olarak ton) ve yıllık olarak 21 milyon m3 su;daha denizden su alım aşamasında birçok canlı türünün eksilmesine neden olacaktır. Yine günlük 30-35 bin m3(yıllık olarak 11-13 milyon m3) tuzla yoğunlaşmış (40-45 g/L tuzluluk iyonu içerendeniz suyu ters osmos ve ultrafiltrasyon’dan geçirildikten sonra 72 – 82 g/L tuzluluk iyonu içererek) konsantre hale gelmiş atıksuyun denize geri basılması ise denizdeki canlı türleri/deniz ekosistemi için büyük bir tehlike kaynağı oluşturacaktır.
Özellikle tuzla yoğunlaştırılmış akışkanın denize geri basılması ve bu çökeltinin difüzörlerle dağıtılması kıyı ve derinlere kadar tüm çevredeki oksijeni sağlayan deniz bitkileri-çayırlarından ya da tek hücrelilerden başlayarak, deniz fokları gibi memeliler veya balıklara kadar türlü deniz canlılarının ölümü anlamına gelecektir. Türlerin(biyo-çeşitliliğin) azalmasıyla Datça-Bozburun kıyılarından başlayarak Ege’de de Marmara Denizibenzeri ekolojik tahribatlara yol açacağı kuvvetle muhtemeldir (Nitekim Marmara Denizindeki kirlenmenin giderek Ege’ye yayıldığı da bilim insanları tarafından söylenmektedir. Sonuçları itibarı ile yapılacak bu tesis, 1974 Barselona Sözleşmesi gibi Akdeniz’in korunması amaçlı ardılları da dahil birçok uluslararası sözleşmelere de aykırıdır…
Bilinmelidir ki, atıksuyun içindeki tuzlardan arınmadan (fizikokimyasal olarak arıtılmadan) deşarjı, ayrı bir tesis ile tuzların atıksudan alınması durumunda çıkacak tuz çamurunun bertaraf işlemi çözülmeden yapılacak bu tesis, yaşamı çok kısa zamanda yıkıma götürecektir.
Unutulmamalıdır ki, tesis sürekli denizden 60.000 m3 günlük suyu çekecek ve ortalama 33000 m3 yaklaşık iki kat (projeye göre ortalama 1.8 kat) daha tuzlu atıksuyu hergün deniz ekosistemine geri verecektir.
3- Nitekim Proje Tanıtım Dosyasının çeşitli sayfalarında (örnek sayfa 12) da itiraf edildiği üzere, bu tesisin ve işleyişinin oksijen kaynağı “Deniz Çayırları”na zarar vereceği kabul edilmektedir. Ama bu zarar, sanki telafisi mümkünmüş gibi küçümsenmektedir. Soyları tükenme olasılığı olan birçok türün ise olmadığı ve zarar görmeyeceği iddia edilmektedir. Oysa mesela Hisarönü-Knidos arasında Bozburun -Datça denizel alanında Akdeniz Foklarının da yaşam alanları olduğu bilinmektedir (bkz aşağıda şekil 1 – 2).
“Kıyılarımızda el değmemiş ve doğal kıyılar ve ada kıyıları, Akdeniz foku popülasyonu için benzersiz habitatlardır. Üreme ve dinlenme için kıyı habitatlarına sıkı sıkıya gereksinimi olduğundan,hala ülkemizde var oldukları üzere sağlıklı ve bozulmamış kıyı habitatları olmadan Akdeniz foklarının varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Ülkedeki doğal kıyı habitatları, zengin flora ve faunasıyla kumlu veya çakıl kumsallar, kumullar, deltalar, lagünler, kayalık kıyılar ve dik falezlerden oluşmaktadır. Kıyılardaki yüksek biyolojik çeşitliliğe sahip karasal habitatlarda, Liquidamber orientalis, Phoneix theophrasti, Cedrus libani, Ophrys lycia ve Pancratium maritimum gibi endemik veya soyu tükenme tehlikesi altında olan kumul bitki türleri, iğne yapraklı ormanlar, maki ve fundalar yetişmektedir. Akdeniz foklarının habitatında aynı zamanda nesli tehlike altında bulunan başka türler de yaşar. Örneğin;avifauna türlerinden Larus audouinii, Falco naumanni, Falco eleonorae, Hieraaetus fasciatus, Pelecanus crispus ve Phalacrocorax aristotelis desmarestii de aynı tür habitattan yani kıyılardan birebir yararlanmaktadır. Soyu tükenme tehlikesi altında olan deniz kaplumbağalarından Caretta caretta ve Chelonia mydas, kısmen de Trionyx triunguis Türkiye kıyılarında aynı habitatı paylaşırlar . Yine tehlike altında türlerden deniz çayırı Posidonia oceanica gibi deniz florası ve orfoz Ephinephelus marginatus ve sinarit Dentex dentex gibi deniz faunası da, ülkemiz kıyılarında yer alan fok habitatında yaşayan mevcut biyoçeşitliliğe ilişkin diğer önemli örneklerdir. Yukarıdaki kısa özet, Akdeniz deniz ve kıyı habitatlarının bir bölümünü temsil eden Türkiye kıyılarının yüksek biyo-çeşitliliğin korunarak sürdürülmesinin ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun yanısıra, Akdeniz foklarının yaşamlarını sürdürdüğü kıyısal alanlar genellikle muhteşem bir peyzaj ve estetik jeomorfolojik oluşumlar göstermektedir. Bu yüzden, soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz fokunun korunması, tüm kıyı ve deniz ekosistemlerinin ve Akdeniz’de soyu tehlikede olan diğer tüm flora ve faunanın korunmasına da hizmet edecektir.” (bkz: Akdeniz Fokunun Türkiye’de Korunması Ulusal Eylem Planı, S. 10)
“Milli Parklar ve Özel Çevre Koruma Bölgeleri ve SIT alanları, Türkiye’de deniz ve kıyı alanlarının koruması açısından en öncelikli alanlardır. Ülkede, kıyısı olan ve Orman ve Su Işleri Bakanlığı (Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü) altında 7 Milli Park, 6 Doğa Koruma Alanı, 4 Tabiat Parkı, 12 Yaban Hayatı Koruma Sahası ve 5 Ramsar alanı (sulak alanlar) ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü) altında 10 ÖÇK Bölgesi bulunmaktadır. Diğerlerinin de kıyıya sınırları olmasına rağmen, yalnızca Tabiat Parkları ve ÖÇK Bölgelerinde hem karasal ve hem de denizel sorumluluk alanları bulunmaktadır. Yine de, Monachus monachus’ un tür devamlılığı için kendine has habitat gereksinimi hesaba katıldığında, kıyı habitatları yukarıda bahsedilen tüm koruma kategorileri türün korunması ile doğrudan alakalıdır. Öte yandan; Göksu Deltası, Köyceğiz-Dalyan, Datça-Bozburun ÖÇK Bölgeleri ile Yumurtalık Tabiat Koruma Alanının yalnızca karasal yönetim planları mevcutken, sadece Foça ÖÇK ve Gökova ÖÇK Bölgelerinde kıyıya bitişik deniz alanlarında taslak (Gökova Yönetim Planı ÇŞİD Bakanlığı tarafından kabul edilerek yürürlüğe konulmuştur) yönetim planları vardır…”
4- Dava konusu kararın konusu olan tesis, denizden “saf su” üretmek ve bunu kimyasallarla zenginleştirmek üzere kurgulanmıştır. Kullanılan bu kimyasallar, miktara bağlı olarak bu “su”yu içen-kullanan insanların sağlığına da zarar verecektir. Kimyasallarla zenginleştirilmiş “su” doğru miktarlarda kullanılsa bile insan yaşamı için sağlıklı değildir. Bu “su”, yaşam için gereken içinde doğal mineraller olması gereken temel besin unsuru olan su da değildir.
Filtrelenmiş deniz suyuna eklenecek kimyasalların depolanması da başlı başına bir tehdit ve risk oluşturacaktır. Risklerin, zarar ve tehditlerin Datça için ve tesisin yapılacağı bölgede ekosistem tarafından karşılanması mümkün değildir. Sadece suya eklenecek kimyasalların ekosistemin sağlığına (halk sağlığı ve türlerin yok olmasına etkisi dahil) uzmanlarca irdelenmesi ve kimyasalların kullanılması ve depolanması süreçlerinde olası risklerin kısaca kimyasallardan kaynaklanacak, yaşamın üstünde oluşacak tüm risklerin ÇED süreci işletilerek daha ayrıntılı irdelenmesi gerekmektedir.
5- PTD raporunun 16. sayfasında, atıf yapılan Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nde yer alan tablolara ve atıksu kapasitesine göre atıksu boru boyunun asgari 1300 metre olması gerekmektedir. Oysa yapılması önerilen tesisin atıksu boru boyu sadece 90 metredir. Bu da tesisin mevzuata aykırılığını göstermektedir.
Ayrıca, üretilen saf-suyun şebekeye verilmesi ile metal boruların daha çabuk çözünmesine-tahribatına yol açacağı da unutulmamalıdır.
6- Deniz suyunun arıtılmasından önce Datça ve Bozburun için denize atılan atık suyun yeniden kazanılması, suyun doğru ve ihtiyatlı kullanımı, su tüketimini teşvik eden yapılaşma ve ekim-dikim faaliyetlerinin sonlandırılması, şebekedeki kayıp ve kaçakların azaltılması,yağmur hasadı işlemlerinin planlı ve etkin uygulanması, bölgedeki termik santrallerin kapatılması ve böylelikle (her gün neredeyse bir milyon insanın ihtiyacı kadar –ki: Muğla’nın nüfusu da bir milyon civarındadır) bu santrallerde soğutma amacıyla kullanılan suyun geri kazanımı vb. gibi önlemlerin henüz konuşulmamış olması doğru değildir.
Bu nedenle, denizden su elde etmeyi planlamadan önce bölgede hali hazırda suya ihtiyaç duyulan tüm süreçlerin tartışılması ve Datça için gereken su gereksiniminin doğru hesaplanması öncelikli olmalıdır.
Ardından diğer olası çözümlemeler tartışılmalı ve su sorununun çözümü doğru saptanmalıdır.
Deniz ekosistemi ise her durumda korunmalıdır.
7- Doğru su yönetimi için herkesin önerisine açık, şeffaf ve sonuçları ölçülebilir, bilimsel yöntemlerle bir planlama ihtiyacı olduğu açıktır. Oysa, ne Bozburun’da ve ne de Datça’da henüz “tam ve doğru” bir planlama yapılmadığı görülmektedir. Yerel ölçekli Çevre Düzeni Planları, Aydın-Muğla-Denizli kıyılarını düzenlemek üzere yapılan ÇDP, DSİ Su Yönetimi ya da daha büyük ölçekte Batı Akdeniz Nehir Havzası Yönetim Planı gibi değişik planlarda, birbirinden farklı kriterler, farklı sayılar, farklı sonuçlar yansıtılmaktadır. Örneğin Datça ÇDP’de Datça nüfusu 35 bine göre değerlendirilirken, daha büyük ölçekli yapılan Aydın-Muğla-Denizli ÇDP’de Datça 50 bin nüfusa göre planlanmaktadır. Ya da DSİ ve Batı Akdeniz Nehir Havzası Yönetim Planında bölgede hiç bir su kıtlığı söz konusu edilmezken; DSİ, Bozburun ve Datça için su yoksunluğu nedeniyle Desalinasyon/Tuzsuzlaştırma tesisi yapılmasına karar vermektedir. Birbirleriyle uyuşan doğru yapılmış planlara ihtiyaç olduğu açıktır.
Dolayısıyla kendiyle çatışan, plan dahilinde olmayan bu tesislerin tamamıyla plansız bir bakış açısıyla yapıldığı, bilimsellikten uzak olduğu kolaylıkla söylenebilir. Örneğin bu PTD’de de bu tesislerle 2075 yılına kadar su ihtiyacının karşılanacağı iddia edilmektedir. Hangi nüfus projeksiyonu, hangi planlamaya göre bu iddialarda bulunulmaktadır? Bu sorunun yanıtı davaya konu işlem dosyasında bulunmamaktadır.
8- İşletmenin enerji maliyeti ve dolayısıyla suyun maliyeti mevcut duruma göre oldukça yüksek olacaktır. Membranlı ters ozmos yönteminin aşırı enerji tüketen bir işlem olduğu, 1 ton su için 3.5-5 kWa elektrik ve bu büyüklükte bir tesiste 1.5-2.0 Amerikan Dolarından fazla işletme maliyeti olacağını söylemek gerekir (Karagiannis ve Soldatos, 2008).
9- Proje sahibi görünen DSİ’nin ilgili kurum olduğu ve su politikalarını belirleyen asıl kurum olan Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’nde desalinasyonun ekonomik ve ekolojik açıdan tartışılması gerektiği belirtilmektedir. Su ihtiyacı çok daha önce ortaya çıkıp,belirgin hale gelmesine ve teknik olarak uygulanabilirlik açısından Datça’dan daha avantajlı İstanbul’da dahi desalinasyon uygulaması hayata geçirilmemiştir.
Aşağıda bazı bölümlerine yer verdiğimiz uzmanlık tezi dahi, deniz suyunu arıtmanın ihtiyaç, ekonomik ve ekolojik açıdan ciddi biçimde tartışılması gerektiğini göstermektedir. ÇED gerekli değildir kararı, bu tartışmanın ilgili kamuoyu tarafından yürütülmesini engellemekte, projenin tartışılmadan uygulanmasını mümkün kılmaktadır. Çevresel kararlara katılım, hem Çevre Kanunu’nda hem uluslararası sözleşmelerde yer alan bir kuraldır. Söz konusu ÇED gerekli değildir kararı, bu tartışmayı da engellemektedir.
“ÖNERİLER Bu çalışma kapsamında yapılan literatür araştırması ve hesaplamalar neticesinde, Türkiye’de deniz suyundan içme suyu üretiminde SWRO (Deniz Suyu Ters Ozmoz) uygulamasının öncesinde ve sonrasında dikkate alınması gereken bazı hususlar konusunda öneriler yapılmıştır. Bu öneriler aşağıda belirtilmiştir:
– Konvansiyonel olmayan su kaynaklarından faydalanılmasına yönelik iklim değişikliği uyum politikalarının ve stratejilerinin geliştirilmesi gerekmektedir.
– SWRO tesisleri kurulum kararı verilmeden önce; mevcut su kaynaklarının verimli şekilde kullanılmasının sağlanması ve potansiyel konvansiyonel olmayan su kaynaklarının değerlendirilmesi gerekmektedir.
– Nihai su bedelleri bazında suyun satın alınabilirliği kapsamında değerlendirilme istenilen verilere ulaşılamaması sebebiyle bu çalışmada yapılamamıştır.Bu sebeple deniz suyunun kullanılması sonucunda ortaya çıkan su bedellerinin değerlendirilebilmesi için suyun satın alınabilirliği konusunda veri envanterleri oluşturulmalıdır.
– SWRO yatırım maliyetleri diğer su temin yöntemleri ile değerlendirildiğinde ekonomik olmaktan uzaktır. En son tercih edilmesi gereken içme ve kullanma suyu temin yöntemi olarak değerlendirilmelidir.
– Bu çalışma kapsamında uygulanan senaryolar çerçevesinde İstanbul’da su bedeli değişim hızı lineer olarak artmaktadır. Bu durumda İstanbul’da SWRO uygulaması diğer yerleşim yerlerine göre ekonomik olarak daha uygulanabilir seviyededir.
– SWRO tesislerinin çevreye verdiği zararlardan dolayı oluşabilecek ekonomik etkiler değerlendirme kısmına dâhil edilmemiştir. Yapılacak değerlendirmede bu durumunda dikkate alınması gerekmektedir.
– SWRO tesislerinin yüksek enerji ihtiyacı ve ithal edilecek olan pahalı ekipmanların ülke ekonomisi üzerindeki negatif yöndeki etkilerinin de hesaba katılacağı kapsamlı çalışmalar gerçekleştirilmelidir.
– Deniz suyundan tatlı su eldesi seçeneğinin Türkiye ölçeğinde uygulanmasına yönelik olarak bir irade ortaya konulması durumunda teknik açıdan atılacak adımlar aşağıda belirtilmiştir;
Tesisler için en uygun yer seçimleri çevresel ve ekonomik göstergeler göz önünde bulundurularak belirlenmelidir.
Türkiye’nin kıyı bölgelerinde yapılacak SWRO tesisleri için pilot çalışmaların yöreye özgü olarak gerçekleştirilip tesis tasarım kriterlerinin iyi belirlenmesi gerekmektedir.
Özellikle yöreye özgü deniz suyu temin alternatifleriortaya konulmalıdır.
Ülkemizde kıyı bölgelerde deniz kirliliği mevcuttur. Özellikle Karadeniz ve Marmara’daki ve sanayileşmiş körfez bölgelerinde organik kirlilik RO membranları üzerinde işletme problemleri oluşturacağından uygun ön arıtma yöntemleri belirlenmelidir.
Tesislerden kaynaklanan konsantre deşarjları için deşarj ve alıcı ortam standartları belirlenmeli ve hatta SWRO kurulması muhtemel bölgeler için biyolojik kalite oranları belirlenip izleme çalışmaları gerçekleştirilmelidir.
Enerji ihtiyacı bu denli yüksek tesisler için enerji santralleri kurulma seçenekleri ve maliyetleri değerlendirilmelidir.”
Dava dilekçesinde İPTAL KARARI VERİLMESİ TALEBİNİN HUKUKİ DAYANAKLARI ise şöyle aktarılmış:
Dava konusu işlemle ilgili iptal kararı verilmesinin hukuki nedenlerini de şu şekilde açıklamak uygun olacaktır:
1-Kuralsızlaştırmanın küreselleşme döneminin karakteristik özelliklerinden biri olduğu genel kabul görmektedir: “Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve kararlarının merkezinde yer aldığı bu yasasızlaştırma, aynı zamanda yasamanın ve yargının yürütmeyi denetlemesinin de fiilen yürürlükten kalkmasıyla birlikte gerçekleşiyor. Kuralsızlaştırmanın, önceden yasa ya da idari işlemler düzeyinde genel kuralların belirlenmesinden vazgeçilmesi anlamına geldiği kabul edilmektedir.
Bunun ötesindeki düzenlemelerin, ‘idari takdir’ kavramı etrafında keyfilik anlamına geldiği açıktır. Aşağıda idari takdirin keyfiliğe dönüşmesinin somut olarak nasıl gerçekleştiği, dava konusu işlem özelinde açıklanmıştır. İdare’nin takdirinin sınırsız olmaması, takdirin hangi çerçevede kullanılacağının genel düzenleyici işlem niteliğindeki mevzuatla belirlenmesi gerektiği, hukuk devleti ilkesinin temel kurallarından biridir. Bunun olmadığı durumda bir hukuk devletinden değil, kuralsızlaştırmadan, keyfiliğin esas olmasından söz etmek gerçekliğe uygun düşmektedir. Keyfiliğin yargı organları eliyle denetlenmesinin en önemli kriteri kamu yararına uygunluktur. Bütün idari işlemlerin amacı olmak zorunda olan kamu yararının keyfi idari davranışı sınırlandıracak temel kriter olduğunun genel olarak kabul edilmesizorunludur.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, devletin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. En üst hukuk normu ve toplumsal sözleşme niteliğinde olduğu kabul edilmesi gereken Anayasa’ya uygunluğun bütün düzenleyici işlemler kadar, idarenin de somut-birel işlemler konusunda karar verirken dikkate alması gereken bir üst kural olduğunun ve bu üst kurala uygunluğun gözetilmesi gerektiği, hukuk devleti ilkesinin, birel işlem düzeyinde idari işlemler için de geçerli olduğu Sayın Mahkemenizce de kabul edilecektir. Yani, bir idari işlemin, tebliğ düzeyindeki idari işlemlere uygun olması, hukuk piramidinin ihlal edilmesinin ve anayasaya aykırı bir idari işlem yapılmasının gerekçesi sayılamaz.
Anayasa’da 2018 yılında yapılan değişiklikler sonrasında, ‘idarenin tekliği’ ilkesinin geçerli olduğu, bütün idari işlemlerin kaynağının Cumhurbaşkanı olduğu hukuk teorisinde genel kabul görmektedir. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve bu kararnamelerle, idari işlemler konusunda karar veren bütün resmi mercileri atama yetkisi dikkate alındığında, teoride söylenenlerin somut olarak karşılık bulduğu da açıktır. Bu teorik-aynı zamanda somut açıklama göz önüne alındığında, dava konusu idari işlemin, bir ‘kendi kendini onaylama, yetkilendirme’ niteliğidaha açık ifade edilmiş olacaktır. Bu yaklaşım içinde bakıldığında, Anayasa’daki sosyal ve hukuk devleti ilkelerine uygun olmayan dava konusu idari işlemin, sebep ve konu unsurları açısından sakat olduğu, iptaline karar verilmesinin zorunlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Davalı Valiliğin ÇED gerekli değil kararı verdiği projenin sahibi görünen Devlet Su İşleri (DSİ)’nin görev ve yetkilerinin belirlendiği 6200 sayılı Kanun’un 21 maddesinin KHK’lerle yürürlükten kaldırılmasının gösterdiği gibi, Kanun düzeyinde kamu yararına dayanak oluşturan mevzuatın yürürlükten kaldırıldığı, işin idari kararlara bırakılmış durumda olduğu ortadadır. Bunun temel hukuk ilkelerinden biri olan ‘belirlilik, öngörülebilirlik’ ilkesine uygun olmadığı, genel düzenleyici işlemlerin karakteristiklerinden biri olması gereken belirliliğin dava konusu somut olay konusunda ihlal edildiği ortadadır.
2- Kanun düzeyinde bakıldığında da DSİ’nin yeraltı suları (YAS) konusunda görevli ve yetkili kılan düzenlemelerin söz konusu olduğu ortaya çıkmaktadır. DSİ’nin yerüstü (YÜS) suları konusunda yetkili olduğunu belirleyen bir Kanun olmamasına rağmen, bütün büyükşehirlerde uygulanacağı yönünde hüküm içeren İstanbul Su ve Kanal İdaresi’ne ilişkin 2560 sayılı Kanun’un büyükşehirlerde kurulması zorunlu olan su idarelerinin (şirketlerinin)içme ve kullanma suyunu temin etmelerinin yasal bir zorunluluk olduğunu, yetkilerinin hem YAS hem YÜS konusunu kapsar bir düzenlemeye tabi tutulduğunu belirtmek gerekmektedir. Yani, DSİ’nin projeyi yürütme konusundaki yetkisinin yasal bir dayanağı bulunmamaktadır; yasal düzenleme, aksine, büyükşehir su idarelerinin yetkili olduğuna ilişkin hükümler içermektedir.
Yasal düzeyde hukuki durum buyken, fiilen DSİ’nin proje sahibi olduğu ifade edilen PTD’na dayanılarak ÇED gerekli değildir kararı verilmesi, sebep unsuru açısından da sakat bir idari işlemin söz konusu olduğunu göstermektedir. Aksini düşünmenin, yasal düzenlemeye aykırı bir idari işlemin, başka bir idari işleme dayanılarak tesisi anlamına gelecektir ki hukuk devleti ilkesinin geçerli olduğu bir rejimde bunun kabulüne olanak yoktur.
Karara esas alınan PTD raporunda, DSİ’nin proje sahipliğini gösteren hiçbir bilgi verilmemiştir. Hukuki açıdan DSİ’nin proje sahipliğinin kabul edilemeyeceği yukarıda açıklanmıştır. Bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olarak tüzel kişiliğe sahip DSİ’nin mülkiyetinde bulunan gayrimenkullerin tapu kaydında malik olarak gösterilmesi gerekmektedir. PTD’de projenin uygulanacağı alanın DSİ’nin mülkiyetinde olduğunu gösteren hiçbir belge sunulmamıştır.
Durum böyleyken, ÇED gerekli değildir kararı verilmesinin tek dayanağının davalı idarenin keyfi olarak kullandığını gördüğümüz taktir yetkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun hukuk devleti ilkesini tümüyle ortadan kaldıran bir yaklaşım olduğu açıktır.
PTD’de projenin uygulanacağı alanın mülkiyeti konusunda hiçbir açıklayıcı bilgiye yer verilmemiştir. Tapu Parsel Sorgu uygulamasından 165/11 no.lu parsel olduğu görülmekle birlikte, müvekkiller ve genel olarak kamuoyunun, projenin uygulanacağı parselin mülkiyetinin kime ait olduğu konusunda bilgisi bulunmamaktadır. Bunun, projenin uygulanmasından etkilenecek kamuoyunun düşüncelerinin dikkate alınmadığını gösterme açısından önemli olduğunu vurgulamak isteriz.
2- Açık bir bilgi paylaşılmamakla birlikte, Maliye Hazinesi’ne ait olması muhtemel parselin DSİ’ne tahsis edildiğine ilişkin hiçbir bilgi işlem dosyası içinde yer almamaktadır. Böyle bir tahsis varsa, kamu yararına uygunluk açısından, bunun da iptal davasına konu olabilecek bir idari işlem olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Tesisin yapılacağı alan özel mülkiyette ise, DSİ’nin proje sahibi olabilmesi için özel mülkiyetteki parselin de kamulaştırılması gerekmektedir. Kamulaştırma işleminin de idari yönden iptal davasına konu olabileceği ve o kararın da kamu yararına uygunluk açısından yargısal değerlendirmeye tabi olacağında kuşku bulunmamaktadır. Konuyla ilgili hiçbir bilgi ve belgenin paylaşılmamış olması, ÇED gerekli değildir kararı verilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Dava konusu ÇED gerekli değildir kararının verildiği projenin sahibi kadar, projenin uygulanacağı yere dair belgeler de PTD ve ekinde yer almamaktadır. Haritada koordinatların belirtilmiş olması, projenin hukuken ve fiilen uygulanabilir olduğunu gösteren bir açıklama olarak kabul edilemez. Üstelik, parselin sınırlarının, kıyı kenar çizgisine kadar uzandığı ve sahil şeridinin ilk 50 metrelik, kapalı tesis yapılmasının hukuken söz konusu olamayacağı bölümünde desalinasyon tesisinin inşa edilmesi öngörülmektedir. Bunun Anayasa’ya ve Kıyı Kanunu’na aykırı olduğunun vurgulanması gerekmektedir.
Kıyı Kanunu’na göre sahil şeridinin ilk 50 metrelik bölümünde belirtilen nitelikte, kapalı inşaat alanı içeren bir tesis 1/1.000 ölçekli Uygulama İmar Planı ile yapılabilecektir.Kıyı Kanunu’nda öngörülen asli kuralın kıyıda yapı yapılmaması olduğu, desalinasyon tesisinin kıyıda yapılması zorunlu yapılardan olmadığı; Kanun’da yazılan ve ilke olarak kıyıda yapılması zorunlu olan tesislerin kıyıda inşasının istisnai olduğu; yapılması öngörülen tesisin, kanundaki istisnaların konulma nedeni olan kıyıda yapılması zorunlu tesislerden sayılamayacağı ortadadır. Kanun’da sınırlı sayım yönetiminin uygulanmış olması da istisnai karakteri göstermektedir.
İstisnaların dar yorumlanması, yorumla istisnanın genişletilmemesi yönündeki temel hukuk ilkesi göz önüne alındığında, söz konusu tesisin kıyıda inşasının Kanun’daki istisnanın genişletilmesi anlamına geleceği ve hukuka aykırı olduğu tartışmasızdır.
4- Bütün bunlara ek olarak, tesisin inşa edilmesi öngörülen alan Çevre Düzeni Planı haritasında, ağaçlandırılacak alan olarak belirlenmiş bölge içinde kalmaktadır. Planda ağaçlandırılacak alan olarak belirlenmiş alanda bu türden tesis yapılamayacağı açıktır. Yine ÇDP haritasında, denizden su alacak ve tuz yoğunluğu artmış atık suyu verecek tesisin kurulacağı alanın deniz-kıyı bölümünde hassas-endemik biyotopların bulunduğu belirtilmektedir. Tesisin yapılmasının bir zorunluluk olduğu bir an için varsayılsa dahi, bu zorunlulukla, doğal sit alanlarının korunması zorunluluğunun daha ayrıntılı olarak ÇED Raporu düzenlenerek araştırılması gerektiği, ÇED gerekli değildir kararının, bu gerekliliği dikkate almadığı bu yönden de hukuka aykırı ve sakat olduğu dikkate alınmak zorundadır.
Dava konusu idari işleme, ÇED gerekli değildir kararına konu olan desalinasyon tesisi PTD’de atıksu arıtma tesisi olarak adlandırılmıştır. Aşağıda yer alan ÇDP haritası paftasında tesisin yapılacağı alanda bir atıksu tesisi yer almamaktadır; atıksu arıtma tesisi, paftanın sağ üst köşesinde yer almaktadır. Bu yönden bakıldığında da tesisin düzenleyici işlem niteliğinde olan ÇDP’na aykırı olduğu ve ÇED gerekli değildir kararının iptali gerektiği açıktır.
5- Davalı Muğla Valiliğince uzun dönemde verilen ÇED gerekli değildir kararlarının % 100’e yakın bir oranda olduğu, 2021 yılında % 100 oranında, 2022 yılında (05 Temmuz 2022 tarihi itibariyle) verilen 84 karardan sadece 2’sinin ÇED gereklidir kararı olduğunu, istisnai olarak verilen 2 kararın da aynı kişiye ait yeraltı maden işletme projeleriyle ilgili olduğunu belirtmek uygun olacaktır. Bu durum, korunan alan oranı Türkiye ortalamasının 3 katına yakın olan, Türkiye’deki 19 ÖÇKB’den 5’inin yer aldığı Muğla’da verilen ÇED gerekli değildir kararı, ÇED sürecinin ‘mevzuat gereği uyulması zorunlu, katlanılan bir mecburiyet’ olarak görüldüğünü göstermektedir.
Türkiye ölçeğinde 2021 yılı için % 99,89 olan ÇED gerekli değil kararı oranının mantıksal olarak geçersizliğinin yanında, Muğla’da bu kararın verilmesinin Türkiye’nin uluslararası sözleşmelerle üstlendiği yükümlülüklere aykırı, koruma zorunluluğuyla ve kamu yararıyla bir ilişkisinin olmadığını, ÇED Yönetmeliği eki Ek.2 sayılı listede yer alan projeler için ÇED gerekli değildir kararı verilmesinin kural haline getirildiğini göstermektedir.
6- Davaya neden olan idari kararının dayanağı PTD raporu da ÇED sürecinin göstermelik olduğunu, içeriği itibariyle suç oluşturma niteliği öne çıkan Rapora dayanarak ÇED gerekli değildir kararı verilmesinde hiçbir biçimde kamu yararı bulunmadığını, işlemin açıkça Kanun’a aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. Projenin uygulanacağı alandaki en üst plan olan koruma amaçlı 1/25.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na aykırı olarak projenin belirtilen alanda uygulanması öngörülmektedir. Raporu hazırlayan firmanın mevzuatı dolanma amaçlı ve bir PTD raporunun içermesi gereken asgari bilgileri içermeyen bir rapor düzenlemesi dolayısıyla yetki belgesinin iptal edilmesi ve suç niteliğindeki fiillere iştirak etmesi dolayısıyla hakkında kovuşturma yapılması gerekmektedir. Bu hususlar, davacıların iddiası olmanın ötesinde, devletin resmi denetim organı olan Sayıştay’ın 2019 ve 2020 yılı ÇŞİD Bakanlığı Denetim Raporlarında açık olarak dile getirilmiştir .
Raporlarda yer alan söz konusu tespitler, davalı idare tarafından verilen kararda kamu yararının gözetilmediğini açık olarak ortaya koymakta, telafisi imkansız zarar doğuracak karar hakkında yürütmenin durdurulmasına ivedilikle karar verilmesini gerektirmektedir.
7- PTD raporunda ÇED alanı sınırının sadece tesisin bulunduğu alanla sınırlanması, Raporun ve dava konusu kararın kanuna karşı hile niteliğini ortaya koymaktadır. Asıl kirletici etkisi olan %55 oranında normalden daha fazla tuzlulaşmış suyun denizde doğal yollarla dağılacağını hiçbir bilimsel temeli, araştırması olmayan Raporla söylemek, kanuna karşı hile niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Asıl çevresel etkileri tartışılması gereken aşırı tuzlanmış suyun denize geri verilmesine Raporda çok kısaca yer verilip, inşaat sırasında örneğin gürültü kirliliği etkisi sayfalarca anlatılan Rapor’un gerçekçi olmadığını, araştırılması gereken, insan ve diğer canlılar üzerinde yaratacağı zararlar dolayısıyla yaratılacak asıl çevresel etkilerin Raporda yer almadığını göstermektedir.
PTD Raporunun 13. sayfasında, Atıksu Arıtma Tesisleri Teknik Usuller Tebliği’ne atıf yapılmakta, Tebliğ’e göre, seyrelme hesaplarının Ek-5’te açıklandığı belirtilmektedir. Tebliğin amaç başlıklı 1. maddesi aynen söyledir: MADDE 1 – (1) Bu Tebliğ, yerleşim birimlerinden kaynaklanan atıksuların arıtılması ile ilgili atıksu arıtma tesislerinin teknoloji seçimi, tasarım kriterleri, arıtılmış atıksuların dezenfeksiyonu, yeniden kullanımı ve derin deniz deşarjı ile arıtma faaliyetleri esnasında ortaya çıkan çamurun bertarafı için kullanılacak temel teknik usul ve uygulamaları düzenlemek amacı ile hazırlanmıştır. Amaç maddesi ve Tebliğ’in bütünü, kentsel kökenli atıksuların denize ne şekilde deşarj edileceğine ilişkin hükümler içermektedir.Bunun, deniz suyunun içme suyu amaçlı arıtılması ile ilgisi yoktur. Raporda sadece Tebliğ’e atıfta bulunulup, hiçbir somut hesabın yapılmamış olması da somut duruma uygun olmayan Tebliğ’in uygulanamayacağını, yapılmaya çalışılanın bir yanıltma girişiminden ibaret olduğunu göstermektedir.
Denize her gün verilecek tuzluluğu artmış, doğal hareketlerle dağılması öngörülen 33.000 m3 atıksuyun, yapılması öngörülen tesise en yakın konumda bulunan, sadece 750 m. uzaklıktaki, Mandalya Koyu-Plajına ulaşarak plajdaki deniz suyunun doğal yapısını değiştirecektir. Datça’nın önemliplajlarından biri olan Mandalya plajındaki deniz suyu değişiminin, projenin insan dışındaki canlıların yaşamlarının yanında, insanların yaşamını da etkileyeceği göz önünde bulundurulmak zorundadır. Öte yandan, denize verilecek tuzlu suyun, Datça için çok önemli bir yere sahip, tesisin kurulmak istendiği alana 1,5 km mesafedeki Kargı Koyu’na etkilerinin ÇED süreciyle daha ayrıntılı ve bilimsel düzeyde araştırılması da zorunludur. Bu iki alan aynı zamanda kefal yumurtlama alanları olarak belirlenmiş ve kıyı olta balıkçılığı yasaklanmış alanlardır. Kıyı balıkçılığının yasaklanacağı kadar hassas bir eko sisteme 750 m uzaklıkta böyle bir desalinasyon tesisi kurulmasına ÇED raporu hazırlanmadan izin verilmiş olması hukuken kabul edilemez bir durumdur.
ÇED alanını neredeyse tesisin yer alacağı alanla sınırlayan, asıl kirlenmenin yaşanacağı çok daha geniş bir hacimde denizdeki etkilerini irdelemeyen bir PTD’nın tesisin yaratacağı ekolojik etkileri tartışamayacağını, çevresel etkilerin tartışılmasının ÇED alanı tanımlamasıyla önlendiğini belirtmek gerekmektedir. Bu tanımlama, aynı zamanda idari işlemlerin hukuka uygunluğunu denetleme görevine sahip yargı organlarınca da değerlendirme yapılmasını, tartışma yürütülmesini önleme amacı taşımaktadır. Bu nedenle de ivedi olarak yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi gerekmektedir.
PTD’nda yer verilen mevzuat hükümlerinin de karada yer alan ve ekolojik etkilerini denizde gösteren kirletici kaynaklarla ilgili olduğunu, PTD’nda zorunlu olarak yer verildiğini belirtmek uygun olacaktır. Ancak, bu mevzuat ve ilgili literatürün somut olarak inşa edilecek tesisle ilişkisi kurulmamıştır. Bu ilişkinin nasıl olduğu/olacağı hususunun tartışılmadığı bir dosyanın Proje Tanıtım Dosyası sayılamayacağı açıktır.
8- PTD Raporunda, ÇED Yönetmeliği’nin 5 no.lu eki olan duyarlı yöreler listesinde yer alan alanların yakın çevrede bulunmadığı belirtilmektedir. Bu bilgi bizzat tesisin Bakanlar Kurulu’nun 21.11.1990 tarihli RG’de yayımlanan 22.10.1990 tarihli BKK ile belirlenen Datça-Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer aldığı bir bölge bakımından gerçeğe aykırı beyan niteliğindedir. ÖÇKB yakınında bulunmadığı yönündeki yanlış bilgi ile ilgili kamuoyu yanıltılmaktadır. Raporda yer verilen ÇDP haritası da gerçek dışıdır. Deniz kıyısındaki hassas biyotoplar (deniz çayırları) haritada gösterilmemiştir. Duyarlı yöreler bölümünde yer alan bilgilerin neredeyse tümü gerçek dışı ve yanıltma amaçlıdır.
Örneğin, projenin uygulanacağı yer, 2863 sayılı KTVK Kanunu, Çevre Kanunu Barselona Sözleşmesi, Akdeniz’de Özel Çevre Bölgeleri Oluşturulmasına İlişkin Ek Protokol, gibi hem iç mevzuat hem uluslararası sözleşmelerle belirlenmiş duyarlı yörelerin bizzat içinde ya da çok yakınında bulunmaktadır. Bu yanıltıcı bilgilere dayanarak verilen ÇED gerekli değildir kararının gerçek duruma uymadığı ve iptal edilmesi gerektiği açıktır.
YÜRÜTMENİN DURDURULMASINA KARAR VERİLMESİ TALEBİ ise
Yürütmenin durdurulması talebimizin gerekçelerini açıklamadan önce, çevreye ilişkin davaların karakteri konusunda kısa bir açıklama yapmak uygun olacaktır.
Çevre-ekolojiye ilişkin kararların iptali-yürütmenin durdurulması talepli davalar, mevzuata aykırı idari işlemler hakkında yapılan hukuki değerlendirmelerle, bilimsel irdeleme ve açıklamaların kesiştiği, iç içe geçtiği bir alanda yer almaktadır. Bu nedenle mahkemeler kendi uzmanlık alanlarında çözümleyemeyecekleri konularda bilirkişi raporları almakta, dava konusu idari işlemleri, raporlarda yer verilen bilimsel gereklilikler ışığında değerlendirmektedirler.
Ancak, yürütmenin durdurulması talepleri hakkındaki kararın bilirkişi raporunun alınması sonrasına bırakılması, çoğu zaman kararın verildiği tarihe kadar geri döndürülmesi ve telafisi imkansız doğal ve ekolojik zararlara yol açmaktadır. Ülkemiz, sonradan iptal edilen ya da yürütmenin durdurulması kararı verilmesine rağmen, kararların fiilen uygulanamadığı doğaya verilen zararların geri döndürülemediği projeler ve bunlara ilişkin idari işlem örnekleri açısından zengindir. Telafisi imkansız olan zararın, İdari Yargılama Usulü Kanunu’ndaki, uygulanmakla etkisi tükenecek idari işlem kategorisi ve buna göre dava açılması üzerine derhal yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi zorunluluğunu koyan hükümler de göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi hukuka uygun tutum olacaktır.
1- Yukarıda ayrıntılı olarak açıkladığımız üzere, dava konusu işlem birçok açıdan hukuka-mevzuata aykırılıkla malul bir idari işlemdir. Açıklamalarımız, açık hukuka aykırılık şartının gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Dava konusu işlem hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilmesinin, İYUK’un27. maddesinde yer alan açıkça hukuka aykırı olma şartının gerçekleştiği ortadadır.
2- Yürütmenin durdurulması kararı verilmesinin ikinci şartı olan telafisi güç veya imkansız zarar unsuru açısından bakış açısına dair görüşlerimiz yukarıda özetle ifade edilmiştir.
Giderilmesi imkansız zararın bir diğer yönü de kararla ortaya çıkacak olan zararların geri döndürülmesinin imkansız denecek ölçüde zor olmasıdır. Dava sonucunda işlemin iptaline karar verildiğinde veya bilirkişi raporunun alınmasından sonra bu kararın yerine getirilmesi fiilen imkansız denecek kadar güçtür. Ülkemizdeki birçok uygulama da fiili durumun böyle gerçekleştiğini, yargı kararlarının göstermelik hale düştüğünü ortaya koymaktadır.
Giderilmesi imkansız zararlardan biri de doğal yapı ve biyolojik çeşitlilik açısından işlemin sonuçlarının geri döndürülmesinin imkansızlığıdır. Dava sonunda iptal kararı verildiğinde, karar gereğince projenin uygulanmasının, bulunduğu yerdeki doğal dokuya ve biyolojik çeşitliliğe vereceği zarar ve yıkımın geri dönmesinin imkansız denecek ölçüde uzun bir zamana yayıldığı bilimsel bir gerçeklik olarak literatürde açıkça kabul edilmektedir.
HUKUKSAL DAYANAKLAR: Anayasa, Çevre Kanunu, 2863 sayılı Kanun, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve diğer ilgili hukuksal düzenlemeler.
KANITLAR: Ekli belgeler, işlem dosyası ve mahkemece istenecek tüm bilgi ve belgeler.
SONUÇ VE TALEP : Yukarıda ayrıntılı olarak gerekçelerini açıkladığımız üzere; öncelikle, açıkça hukuka aykırı ve giderilmesi çok güç hatta imkansız bir zarara yol açacak olan dava konusu ÇED gerekli değildir kararı verilmesine ilişkin idari işlemin BİLİRKİŞİ RAPORU BEKLENMEKSİZİN YÜRÜTMESİNİN DURDURULMASINA; duruşmalı olarak yapılacak yargılama sonucunda İPTALİNE; yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davalı idareye yükletilmesine karar verilmesini vekaleten isterim. 15.07.2022
Bozburun ile ilgili açılan davanın dilekçesi de Datça dava dilekçesi ile çok benzerdir. Bozburunda DSİ günlük 11bin ton işleme kapasiteli bir tesis önermektedir.