Korona günlerinde ortak bir yazı denemesi
Bu yazı, katılan MUÇEP gönüllülerinin teker teker katkısıyla korona virüsünün çevremizi, doğal hayatı nasıl etkileyeceğine dair paylaşmak istediklerinden bir araya getirilerek düzenlendi.
Nereye Bakalım?
Yarın hiçbir şey eskisi gibi olamayacak. Kapitalizmin yaldızları döküldü ve paslı yüzü açığa çıktı. Gözle göremediğimiz bir virüs insanlık tarihi için bir dönüm noktası olabilir. Bu bize bağlı elbette.
Sanayi ve teknolojinin gelişmişliği yanında Covid-19 bir kere daha emeğin gerekliliğini ve yaşam için kutsallığını yeniden hatırlattı. Atlatılsa da ardından yaşanacak yıl boyunca, eksik emek nedeniyle ekilemeyen, dikilemeyen gıda ve beslenme eksikliği sorunları ile yüzleştikçe daha da iyi anlayacağız. Bununla ilgili yeni kararlar yönetsel olarak hayata geçirilecektir.
İzleyip okudukça, daha ikircikli bir ruh hali içindeyim, taaa en başından beri. Arkadaşlarımın birçoğu paranoyaya kapıldığımı düşünmekteyken, itirazlarım olmuştu. Bu, bizim çapımıza göre bir hayli büyük bir kriz. Korkarım daha büyükleri de gelecek. Bir arkadaşım, benim de içinde olduğum bir ruh haliyle, bu krizin iki uç arasında yalpalamayla geçeceğini söylüyor...
Hem muktedirler hem daha eşitlikçi, daha yaşanır bir dünya özlemi duyanlar, bu krizden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı konusunda ittifak ediyor.
Ancak, gelecek olan konusunda derin bir ayrılık, iki ayrı uç dile geliyor. Bir yanda, bu krizin hem topluma hem doğaya dair algımızı ve davranışlarımızı değiştireceğini; artık hiçbir egemen gücün kendisini, yönetme yetkisini, doğaya karşı aldığı tutumu kolay meşrulaştıramayacağını; sistemin kendisini yeniden üretmesinin daha zor olacağını söyleyenler var. Bunu virüsün, doğanın kendiliğinden gerçekleştireceğini düşünen, bekleyenleri bir kenara bırakırsak; bu, iyimser bir bakış açısı olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftaysa, krizin içinde yaşanırken yöneten-yönetilen ilişkisi açısından ortaya çıkan vahim fenomenlerin süreklilik-yerleşiklik kazanmasının; otoriter bir yönetim tarzının yerleşmesinin çok daha olası göründüğünü; doğanın tüketiminin de bu otoriterleşen ilişki biçiminden nasibini almasının çok yüksek ihtimal olduğunu; dünyanın geleceğini toplumsal-ekolojik düzeyde daha kötü günlerin beklediğini düşünüyor.
Bu iki uç düşünceden hangisinin haklı çıkacağını biraz da bugün, bireyler olarak her birimizin ve giderek kitlesel olarak alacağımız tutumlar belirleyecek denebilir. Dünya, bu kriz dolayısıyla statükonun sarsıldığı, farklı güçlerin toplumsal alana müdahale ve etkileme şansının yükseldiği bir süreçten geçiyor. Buradan bakınca, meydanı egemenlere bırakmamak gerektiği son derece açık. Geleceğin dünyası, biz ne kadar hayallerimize uygun bir dünyayı ve inandıklarımızı savunmada kararlı ve inatçı olursak o kadar olacak. Daha güzel, iyi, yaşanılası bir dünya ya da insan türü ve doğa için bugünden daha vahim bir dünya.
Korona, virüs ve salgın deyince aklımıza gelenler arasında papaz Malthus ve Darvin var.
Malthus nüfusun gücü, insanların geçim kaynaklarını üretme gücünden çok üstündür ki erken ölüm öyle ya da böyle insan türüne musallat olmalıdır, der ve şunu önerir; yoksullara temizlik önermekten çok, aksi alışkanlıkları teşvik etmeliyiz, daha fazla insanı evlere doluşturmalı ve vebanın geri dönüşünü davet etmeliyiz.
Darvin'in Türlerin Kökeni'nde, Malthus'un nüfus teorisini kullanmasıyla, kapitalizmin rekabetçi oyunundaki başarısızlar, özellikle işçi sınıfı ve yoksullar evrimin, doğal seçilimin kurbanları olarak görüldü. Seçkinler için sorumluluklarını yerine getiremedikleri zaman insanların hurdaya çıkarılmasına doğal seçilim dediler.
Bu neoliberal düzende asıl neden, Fikret Başkaya'nın dediği gibi, kapitalizmle birlikte doğa, toplum, ekonomi ilişkisinin tersyüz olmasıdır. Normal olarak ekonominin toplum hizmetinde olması, onda içerilmiş olması, ilişkinin yönü toplumdan ekonomiye doğru olması gerekirken, kapitalizmde ilişkinin yönü, ekonomiden topluma doğrudur. Toplum ekonomi tarafından sömürgeleştirilmiş durumdadır. Kapitalist toplumda ekonomi bir araç değil amaç haline gelmiş bulunuyor.
Foucault, 17. yy sonunda veba nedeniyle karantina altına alınmış, hiyerarşisi, gözetleme ve gözetim yapısı ve kayıt altına alma şekliyle hareketsiz kılınan bu kasaba…mükemmel bir şekilde yönetilen şehir ütopyası, diyordu. Foucault, biyopolitikten bahsederken, halkın yaşam ve ölümü üzerinde iktidar sahibi olan egemenden, halkın sağlığını ve üretkenliğini güvence altına almaya çalışan bir güce geçilmesini anlatıyordu. Dolayısıyla şimdi hükümetler tarafından özgürlüklerin kısıtlanması, yine aynı hükümetler tarafından yaratılan güvenlik arzusunun yerine getirilmesi için yapılan bir müdahaleye dönüşüyor.
Peki demokratik bir biyopolitik mümkün mü? Salgın zamanlarında hareketin azaltılması ve sosyal uzaklaşma ya da çevreye zarar veren bireysel ve kolektif uygulamalardan kaçınma kararları demokratik olarak tartışılan toplu kararların sonucu olduğunda, kendimize ve başkalarına karşı sorumlu oluyoruz. Böylece asıl motivasyonumuz sosyalliği askıya almaktan bilinçli olarak dönüştürmeye evriliyor. Böyle bir durumda da, herhangi bir sosyal uyum duygusunu bozabilecek kalıcı, bireyselleştirilmiş bir korku yerine, ortak bir mücadele içinde kolektif çaba, koordinasyon ve dayanışma fikrini harekete geçirebiliriz. Sağlığımız söz konusu olduğunda bu çabalar tıbbi müdahaleler kadar önemli bir konu olabilir.
Neredeyse 250 yıldır yükseltilen özgürlük, eşitlik, kardeşlik talebi ve özlemi hala bütün aciliyetini korurken, belki de küçücük bir virüs kolay değişmez sandığımız bir sürü kurum ve yapının altını oyarak bize bir fırsat sundu. Ancak benzer bir fırsatı kapitalizmin de önüne koydu. Küreselleşme denilen kapitalizmin sosyal ilişkilerinin tüm dünyayı içine aldığı ve krizini aşmak için dizayn ettiği süreç ve politikalar üretimin maliyetlerini düşürüp kar oranlarını yükseltecek meta zincirleri ve finansallaşma üzerine oturuyordu. Bu dünyanın küçük bir kesimi çok katlı karlar demekti. Katı olan her şey, türevin türevi araçlarla finansallaşıyor ve doğa da bu sürecin ana "kaynak"larının başında geliyordu. Bu politikalar dünyada mekânsal ve sınıfsal eşitsizlikleri öylesine keskinleştirdi ki, Bill Gates'den Bülent Eczacıbaşı'na kadar kapitalizmin böyle sürdürülemeyeceği ifade edilmeye başlandı.
Kapitalist sermaye birikiminin aslında çok seçeneği yok. Diğer seçeneği ulus devlet yapıları çerçevesinde geliri yeniden bölüştürücü, talebi canlandırıcı politikalar izlemek. Bu sefere yeşil makyajla. Yani daha önce de yapıldığı gibi devleti sahnenin arkasından önüne geçirmek. Bırakalım savaş sonrası dönemi, bunu 2008 krizinde güya en liberal devletler büyük çok uluslu şirketleri halktan aldığı vergilerle kurtarırken gördük, ki zaten uzun yılardır neoliberal politikalarla alt ve orta sınıflardan yukarıya doğru büyük bir gelir transferi yapılmaktaydı. Şimdi yine devletler çeşitli kamulaştırmalar yapıyor. Buna umutlanalım mı!? Bu kamulaştırmaların geçici değil de kalıcı olması bizim taleplerimizin gücüne bağlı.
Gözle görülemeyen bir virüs bizi yapay zekâ sarhoşluğu ile şişindiğimiz dünyadan, en basit maske, solunum cihazı gibi materyalleri bile karşılayamayacak güçsüzlükte bir gelişmişlik, daha doğrusu sefalet düzeyinde olduğumuz gerçekliğine indirmedi mi? Artık gösteri bitti! gelişme, ilerleme, kalkınma gibi yüzyıllardır beynimize işlenen kavramların en radikal eleştirisini yapmanın ve özgürlük, eşitlik, dayanışma taleplerimizi doğadaki tüm varlıklara genişleterek en güçlü şekilde dile getirmenin gecikmiş zamanı.
Foucault'nun yüzyıllardan beri zorla dayatılan öznelliği reddedip yeni öznellik biçimlerine geçerlik kazandırma çağrısına, Bhaskar'ın ilişkisel-diyalektik yaklaşımından yola çıkarak sadece öznellik yetmez, aynı zamanda ekolojiyi merkezine alan yeni bir toplumsallık biçimini hep beraber inşa edelim diyerek cevap verelim.
Malthus’tan, Foucault’dan çağrışımlar geliyor zihinlere... ama hepimiz sıra dışı bir şey karşısında olduğumuzun farkındayız, bunu bir yere oturtmaya çalışıyoruz.
Bir yanımız bunun ütopyalarımız için bir fırsat olduğunu söylerken, bir yanımız distopik bir çukura yuvarlandığımızı bağırıp duruyor kulağımıza... Semra Purkis'in “Yeşil Ekonominin Ekonomi Politiği-Doğanın Çığlığı” kitabında da pek güzel anlatıldığı üzere
Kapitalizmin, dünyayı yiyip bitirirken, sanki asıl zarar veren kendisi değilmiş, yalandan değismiş-yeşillenmiş gibi görüntüsel bir uyum sağlayıp, hala sınırsız tüketimi ve dolayısıyla (sermayenin) yeniden birikimini sürdürüp durduğuna şahit olduk..
Şimdi bu kriz ile duvara mı tosladı, kapitalizm!? Pek emin değilim. Bir yanım, kapitalizmin beceriksizce yakalandığını soyluyor... ama öte yanım, karşısında alternatif bir güç olmadığında, zor kullanarak da olsa bunun da üstesinden gelme olasılığının çok yüksek olduğunu söylüyor.
Evet kıymetli olduğu yanılgısıyla bir sürü abuk sabuk türev ürünler artık olmayacak... ama unutmayalım, bu fanusun içinde yasayan biz fanilerin biriktirdiği o abuk sabuk değerler de kıymetini kaybedecek, yarınları belirsizleşecek... yani onca emek harcayıp kurduğumuz orta sınıf masalı sona erecek...
Şimdi soru şu: düne kadar, zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanlarla, en alttakilerle, bir araya gelememiş bir orta sınıf, bu kez kaybedeceği kocaman bir dünya olduğunun farkına varıp, birlikte olmayı becerebilecek mi!?
Bir şey söylemek için biraz erken sanki!?
Ama, şunu söylemek mümkün: iklim krizi nedeniyle gezegenin ve insan türünün devamının birkaç on yılla sınırlı olduğuna inanıyor olsak da tersini düşünüyor olsak da fark etmiyor: ‘Omelas’ı Bırakıp Gidenler’ gibi olmazsak, yaşayacaklarımıza koymamız gereken isim çok trajik olacak.