-Aydın Bodur: Merhaba. Yeni bir kitabınız çıktı, Yeşil Ekonomi üzerine, kitap hakkında konuşacağız ama önce sizi tanıyabilir miyiz? Şu anda Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Uluslararası Ekonomi Bölümünde çalışıyorsunuz… Sizin göç üzerine yaptığınız çalışmalar da var. Biraz anlatsanız:
-Semra Purkis: Akademik hayatını biraz kesintili yaşamış biriyim. Henüz Marmara Üniversitesi İİBF – İktisat Bölümünde doktora yapan genç bir asistanken yelkenli bir teknede yaşamaya karar vermiştim. Doktora tezimi teknede yazdım. On beş yılı aşkın tekne yaşamım sırasında aslında birbirleriyle çok ilişkili olan uluslararası göç ve ekoloji konularına ilgim arttı. 2000’li yılların başında İspanya televizyonlarında her gün Afrika’dan gelip Cebelitarık Boğazı’nı aşan ya da Kanarya Adaları’ndan birine yanaşabilen “şanslı” teknelerden sağ, yarı baygın ya da ölü olarak indirilenlerin görüntüleri vardı. Bu sırada Sahra Altı ülkelerden birinden gelen bir göçmenle yapılan bir röportajda yaşamı pahasına olabilecek bir riski göze alıp neden göç ettiği sorulduğunda “çünkü orada yaşamak ölümden bile beterdi” cevabı beni bu alanda çalışmaya itti. Liberal göç teorileri hala göç kararını bireysel, keyfi ve uluslararası ücret farklılıklarına dayandıran açıklamalar getiriyor. Oysa çok çeşitli nedenlerle bu insanların doğup büyüdükleri coğrafyalarda yaşama olanakları kalmamış. Her dönemde insanları yaşam alanlarından koparan çok çeşitli ve o döneme özgü nedenler sayılabilirse de bana göre temel neden: kapitalizmin sosyal ve coğrafi eşitsizlikleri inanılmaz boyutlara varan ölçülerde arttırarak, sınırsız sermaye birikimini dünya düzeyinde gerçekleştirme dinamikleridir. Artık buna kısaca eşitsiz “gelişme” demeye dilim varmıyor. Geldiğimiz noktada keskinleşen ve bizim yaşamla sınırsız sermaye birikimi arasına sıkışmışlığımızın en açık ifadesi olan iklim krizi, zaten uzun yıllardır kalkınma iktisadı çerçevesinde sorgulanan büyüme, gelişme ve kalkınma gibi kavramlara çok daha mesafeli bakmamıza neden oldu. En yaşamsal zenginliğimiz gezegenimizin eko sistemini kar hesaplarıyla yağmalayan da onun bir parçası olan insanları Dünyanın farklı coğrafyalarına hallaç pamuğu gibi atan da aynı temel neden.
-AB: Bu arada, Semra Purkis’in “Turizmle Kalkınma ve Kentlerin Kimlik Arayışları: Marmaris Örneği” ve Prof. Dr. Hatice Kurtuluş ile birlikte hazırladığı ”Kuzey Kıbrıs’ta Türkiyeli Göçmenler” başlıklı iki kitabı daha bulunuyor.
MUÇEP’e geçelim. Türkiye’de uzun bir süredir, dikey-hiyerarşik örgütlenmeler yerine, gönüllülük bazında, yatay taban örgütlenmeleri çoğalıyor; özellikle çevre-ekoloji temelli örgütlenmelerde. Uzun zamandır Muğla’dasınız ve MUÇEP – Muğla Çevre Platformundan da tanıyoruz sizi… Kitabınızın önsözünde de, “sözlerimi sonlandırmadan önce, büyük özverilerle “yel değirmenleriyle” mücadeleye devam eden ve benim bu alanda çalışmamda çok etkili olan Muğla Çevre Platformundan bütün arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum” diye bitirmişsiniz, sunuş yazınızı… Biraz MUÇEP’ten, çevre-ekoloji mücadelesi veren bu yeni örgütlenme biçiminden, ne ifade ettiğinden de söz etsek mi?
-SP: Elbette. Ancak ben burada sadece bir MUÇEP üyesi olarak bu platformun benim için ne ifade ettiğinden bahsedebilirim. MUÇEP’in kuruluşu ile ilgili bilgiler kendi Web Sitesinde (https://mucep.org/mugla-cevre-platformunun-mucep-kurulus-amaci/) mevcut. MUÇEP olabildiğince yatay ve demokratik bir örgütlenme anlayışıyla bir çatı örgütü değil, yerel bir taban örgütü olarak kurulan bir platform. Sermaye birikiminin yavaşlamaya hiç sabrının kalmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Her zaman birikimin en önemli kaynaklarından biri olan mekân/doğa üzerinden birikim, böylesi yavaşlama eğilimlerinin arttığı dönemlerde tam bir doğa saldırısına dönüşüyor. İşte MUÇEP’in ortaya çıkışını tetikleyen de bu koşullar. Muğla sadece kıyı uzunluğu, iklimi ve elverişli tarım topraklarıyla değil, aynı zamanda en nadide eko-sistemlerden biri olan sulak alanları ve biyo-çeşitliliği ile de Dünya ölçeğinde önemli bir yer. Oysa sermayenin gözünden bakıldığında -ki, çoğu kez bu gözden baktırılmaya zorlanıyoruz- bütün bu doğal zenginlikler ekonomik zenginliğe çevrilecek “kaynaklar” olarak görülüyor. Özellikle Muğla kıyılarında uzun yıllardır görülen bu eğilim, sermayenin mekân/doğa saldırısının Dünya ölçeğinde arttığı 2000’li yıllardan sonra inanılmaz hızlara ulaştı. MUÇEP’in başlangıçta kuruluş nedeni olan SİT alanlarının tanım değişikliği adı altında çeşitli derecelerde yapılaşmaya açılması yanında, Muğla’nın dörtte birinin maden arama sahası ilan edilmesi, ömrünü tamamlamış ve en düşük kaliteli kömürle işleyen termik santrallerinin çalıştırılmaya devam edilmesinin yanında kömür sahalarının genişletilmesi için 48 köyün kaldırılarak köylülerin yerinden edilmesi (8 köy hali hazırda boşaltılmıştır), inşaatlara malzeme taşıma yarışında açılan sayısız taş, mermer ve feldspat ocakları, kıyıların hukuka aykırı şekilde halkın kullanımına kapatılması, ormanların endüstriyel plantasyon adı altında sermayeye yeni yatırım alanları olarak açılması sonucu kesilerek yok edilmesi, denizi/suyu, havayı ve toprağı kirleterek bütün canlı yaşamı tehdit eder boyutlara ulaştığı gibi zengin tarihsel mirasını da yok ederek Muğla’yı kimliksizleştirmektedir. Oysa kar hırsı ile dolu miyop yaklaşımların tersine Muğla’da doğayla uyumlu olarak sürdürülebilecek, uzun dönemde toplumun daha geniş kesimlerine istikrarlı gelir sağlayacak balıkçılık, zeytincilik, yerel tohumla tarımsal üretim, bal üretimi, gemi yapımı, ekolojiye duyarlı turizm türleri gibi ekonomik kazanç alanları mevcut. Bunu başka bir makalemde yazmıştım . Günümüzde MUÇEP gibi örgütlenmelerin etkiye tepki olarak artması oldukça umut verici. Bu tür örgütlenmeler bütün Dünyada sadece var olanı korumanın yollarını değil farklı bir yaşam biçimini kurgulamayı da tartışıyor. Üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim ilişkilerinin sınırsız büyüme yerine, anti-kapitalist bir çerçevede doğanın ve toplumun ihtiyaçları gözetilerek, daha adil sosyo-ekolojik ilişkiler temelinde yeniden örülmesi yolunda, kendi örgütlenmelerimizin de bu ütopyayı gerçekleştirme iddiasında olan örgütlenmeler olması gerekiyor. Böylesi örgütlenmelerin ve alternatif bir Dünyanın önceden yazılmış bir reçetesi olmadığını, ancak önümüzde tarihsel ve güncel çok zengin deneyimlerin ve Dünyada bu konuya kafa yoran birçok değerli sosyal bilimcinin bize yol gösteren çalışmaları bulunduğunu ve ütopyayı hep birlikte inşa edeceğimizi düşünüyorum. Bir Mimar ya da şehir plancısı kadar olmasa da eleştirel coğrafyacı literatürü izleyen bir sosyal bilimci olarak, sosyal ilişkiler ve mekân arasındaki ilişkiselliğin anlaşılmasında ölçeğin ne kadar önemli olduğunu uzunca bir süredir anlamıştım. Dolayısıyla, yerel, bölgesel, ulusal ve küresel farklı ölçeklerdeki farklı sorunların çözümlerinde yatay ve dikey örgütlenme/koordinasyon biçimlerinin gerektiğini; yerellik, merkezilik, ademi merkeziyetçilik, özerklik gibi hiçbir sosyo-mekânsal örgütlenme biçiminin kendi başlarına birer amaç olamayacağını; öncelikle bütün bu örgütlenme biçimlerinin temelindeki niyetin önemli olduğunu düşünüyorum. Yani, piyasanın ve sermayenin ihtiyaçlarını değil, doğanın ve onun bir parçası olan toplumun ihtiyaçlarını merkezine alan bir niyetten söz ediyorum. MUÇEP de benim için bu alternatif Dünyanın gerçekleştirilmesi yolunda yaşanan ve hepimizin birlikte inşa ettiği bir örgütlenme deneyimi olarak çok kıymetli. Bu anlamda beni çok heyecanlandıran bir öğrenme süreci, bir okul gibi. Farklı alanlarda birbirinden değerli birikimleri olan bir dolu insanın kafa kafaya, yürek yüreğe verdiği bir platform. Yel değirmenleriyle mücadele -ben o anlamda kullanmamış olsam da- sizin başka bir yerde ifade ettiğiniz gibi Doğulu anlamıyla “kıt akıllıların” yürüttüğü irrasyonel bir mücadele olarak görülse bile anlamsız değil. Üstelik yaşamı yok etmeye kastetmiş sermayeninkinden daha rasyonel bir mücadele. Bilen insan (homo sapiens) olarak sanırım en çok imkansızı istemek için varız.
Küreselleşme ve Yeşil Ekonomi aldatmacaları
-AB: Kitabın hazırlık aşaması sanırım bir hayli eski. Dünyada küreselleşme rüzgarları eserken, siz bu kitabı şekillendirmeye başlamışsınız diye hissettim ben… Liberal iktisatçılar, küreselleşmeyi pek matah bir şey olarak sunarken, siz onun yayılmacı-emperyalist yanını gözler önüne sermişsiniz… Yeşil Ekonomi kandırmacasını, kapitalizmin kâr için her yere saldıracağını, her şeyi tüketime dönük bir mal olarak metalaştırabileceğini çok da güzel gözler önüne sermişsiniz kitabınızda…
–SP: Teşekkür ederim. Küreselleşmeyi söylem ve yaşanan gerçeklik olarak ayrı ayrı algılıyorum. Küreselleşme, söylemsel olarak emperyalizm kelimesinin toplumun bütün kesimlerinde yol açtığı olumsuz algıyı örtmek için icat edilen bir kavram. Oysa kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin tüm Dünya ölçeğine yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu anlamda kapitalizmin küreselleştiği söylenebilir. Yoksa başlangıcından beri bu eğilimi taşıyordu zaten. Coğrafi genişleme olanaklarını kaybeden sistem, olabilecek en akıl almaz yöntemlerle toplumu, doğayı ve insan benliğini paramparça etme pahasına vahşi birikimini sürdürmeye çalışıyor. Bu arada sürdürülebilirlik, yönetişim gibi yine küreselleşme kavramına benzer şekilde aklımızı çelen ancak her biri sistemin güncel farklı ideoloji, politika ve kurumsal örgütlenme gereksinmelerine karşılık gelen söylemler birbirlerini bütünlüyor. Bu haliyle küreselleşme zamanı geçen bir rüzgâr değil, ancak zamanı geçmeyecek bir rüzgâr da değil. Yeşil ekonomi söylemi günümüzde sürdürülebilirlik çerçevesinde dolaşıma sokulan göreli olarak yeni bir söylem. İklim krizini nüfus artışına bağlayan bu yaklaşım diğer söylemler gibi her kesimden alıcı buluyor. Çözümü de sistemin israfçı, kara yönelik birikim biçimini gözlerden uzaklaştırmak için yeşil ürünlerin üretim ve tüketimine ve teknolojik yeniliklere indirgiyor. Çoğu kez de bizi köşeye sıkıştırıyor. Bir rüzgâr enerjisi santraline karşı çıktığımızda en yakın çevremizden bile siz de her şeye karşısınız cümlesini duyanlarımız az değildir sanırım. Kitapta da belirttiğim gibi sıfır ekolojik zararı olan bir enerji üretim biçimi icat edilse bile sınırsız üretim ve ona eşlik etmesi istenen tüketim anlayışı devam ettiği sürece ekolojik felaketlerin devam edeceğini anlamak ve anlatabilmek ekoloji politik bir çerçeveyi gerektiriyor. Ancak, teknolojinin yarattığı fetişizm ve onun beynimizin en derin kıvrımlarına yerleştirdiği gelişmeci anlayışın etkisiyle bazı alternatif enerji üretim biçimleriyle sorunun hallolabileceğine çoğumuz kolayca ikna olabiliyoruz. Yeşil Ekonomi ve Yeni Yeşil Düzen söylemleri benim baktığım yerden bir taraftan sermayeye yeni karlı yatırım alanlarını işaret ederken diğer yandan da kapitalizmin krizinin derinleştiğine işaret ediyor. En son Aralık 2019’da Madrid’de Birleşmiş Milletler COP 25 toplantısı, gezegen 800.000 yıldır hiçbir dönemde görülmemiş bir hızla ısınırken ve Paris Anlaşması hedeflerine ulaşılması bir hayal kadar uzak görünürken büyük şirketlerin toplam karbon dioksit oranında azaltım sağlanması konusunda uzlaşamamaları yüzünden çözümsüzlükle sonuçlandı. Çözüm de sadece piyasa mekanizmasıydı zaten. Üstelik iklim krizinin en önemli göstergesi olarak sayılan atmosferdeki karbon dioksit oranının artışının temel kaynağı olan fosil yakıtlar üzerinde güç savaşları devam ederken, sistem bizi iklim krizine karbon piyasası aracılığı ve yeşil teknolojilerle çare bulacağına inandırmaya çalışıyor. Madrid’deki toplantının ardından Avrupa Komisyonu’nun Avrupa Yeşil Düzen Belgesini yayınlaması ve bunun bir devrim niteliğinde olduğunu iddia etmesi çözümsüzlüğün en açık kanıtı. Eski ve denenmiş politikalar yeşile boyanıp karşımıza getiriliyor sadece. Greta Thunberg’in ifade ettiği gibi bütün canlı yaşam tehlike altındayken sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyoruz.
Çözümün hep birlikte fedakârlık gerektirdiğine, bütün Dünya vatandaşlarının politik seçimlerini daha fazla maddi zenginlik yerine daha adil sosyo-ekolojik ilişkiler lehine yapmaları ile bulunacağına inanıyorum.
-AB: Teşekkürler. Bu arada kitabı okumak isteyenler, dilerlerse MUÇEP’ten, dilerlerse Ekin Yayınlarından edinebilirler… İyi okumalar…
—————-///————–
Yazar Hakkında
Lisans, yüksek lisans ve doktorasını Marmara Üniversitesi’nde tamamlayan ve 2012 yılında doçent unvanı alan Semra Purkis, 2006 yılından beri Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İktisat Bölümü, Uluslararası İktisat Ana Bilim Dalı’nda görev yapıyor. 2013 yılında YÖK bursuyla İtalya, Milano’da dell’Uuniversità degli Studi di Milano-Bicocca’da bir süre araştırmacı olarak bulundu ve Türkiye’den İtalya’ya göçlerin sosyo-mekansal dışlanma boyutuyla ilgili çalıştı. Ayrıca, Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a göçlerin ekonomik, sosyal ve mekansal boyutlarıyla ilgili bir TÜBİTAK projesi çerçevesinde 2007-2009 yılları arasında çeşitli kereler Kuzey Kıbrıs’ta araştırmacı olarak çalıştı. Disiplinlerarası çalışmalarını uluslararası göç, kent ekonomisi, uluslararası ekonomi, politik iktisat, iktisat sosyolojisi ve ekolojik iktisat alanlarında sürdürüyor. Bu alanlarda ulusal ve uluslararası yayınları ve konferans bildirileri bulunan Semra Purkis’in Yeşil Ekonominin Ekoloji Politiği isimli son kitabının yanı sıra, “Turizmle Kalkınma ve Kentlerin Kimlik Arayışları: Marmaris Örneği” ve Prof. Dr. Hatice Kurtuluş ile birlikte hazırladığı ”Kuzey Kıbrıs’ta Türkiyeli Göçmenler” başlıklı iki kitabı daha bulunuyor.
———————///———————-
Not: Kapak’ta E.Munch – A.Kallerud – A.Evtimov’un görsellerinden yararlanılmıştır…
Yeşil Ekonominin Ekoloji Politiği: Doğanın Çığlığı, Doç. Dr. Semra Purkis, 173 sayfa, Ekin Basım Yayın Dağıtım, ISBN: 978-625-7983-81-5
“Ekoloji duyarlılığı olan tüm toplumsal kesimlerce okunması umuduyla yazılan bu çalışma, son yıllarda gündelik yaşamımızda sıklıkla duyar olduğumuz iklim krizi, enerji krizi, gıda krizi gibi krizlere, adeta hepsini birden çözecek sihirli bir anahtar gibi sunulan Yeşil Ekonomi ve Yeşil Yeni Düzen söylemlerine ve politikalarına açıklık getirmek kaygısını taşımaktadır. Bu kaygı, söz konusu kavramların görünürdeki çekiciliği ve yarattığı algı ile içeriklerinin ve uygulamalarının uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ekolojik hassasiyeti yüksek olan çevrelerde bile önemli bir kafa karışıklığına yol açmaktadır.
Çalışmanın ana argümanı, krizini, aşmaya çalışan sermayenin doğanın üretimine yeni ve karlı yatırım fırsatları sunan bir alan olarak yaklaştığı, ancak bunu Yeşil Ekonomi gibi çevreci görünen bir söylemle meşrulaştırdığı; aslında bu söylem çerçevesinde izlenen ya da izlenmesi önerilen politikaların birbirleriyle ilişkili her üç krizi de aşmak yerine daha da derinleştirdiği biçimindedir. İklim krizini ve bu krize çare olarak izlenen ve önerilen Yeşil Ekonomi politikalarını anlamak için sistemle ilişkilendirmeden, çözümü sadece basit idari-teknik politika değişikliklerine indirgeyen bir yaklaşım yeterli değildir. Dolayısıyla çalışmada ele alınan konuya daha geniş, çok boyutlu ve derin bir kavrayışın ekonomi-politik ve ekoloji-politik bir perspektifi gerektirdiği öne sürülmektedir”…