Antroposen Çağı ve İnsan-Kapitalizm İlişkisi
MUÇEP Datça Meclisinde, ilgi gören, tartışılan alanlarda yüz yüze bir dizi tematik sohbetler başlatma ihtiyacı daha önceleri de defalarca dillendirilmişti. Ancak bir türlü gerçekleştirilememişti.
Bilindiği gibi değerli fotoğrafçı-belgeselci, Özcan Yurdalan’ın Datça’da Datça Kültür ve Sanat Dayanışması – DKSD’nin ev sahipliğinde gerçekleştirdiği “Antroposen Çağ” ismiyle derlenen çeşitli fotoğrafçıların fotoğrafları ile bu fotoğrafların hikayelerini (bkz: https://www.youtube.com/watch?v=m5fMzSvBnj0&t=11s) geçtiğimiz aylarda izlemiştik.
Datça MUÇEP Meclisi toplantısında gösterilmesi fikrinden hemen sonra çıkan tartışmayla birlikte MUÇEP’i ilgilendiren hemen her alanda tartışmalı mevzuların taraflar arasında illa da sürtüşmeler-gerginlikler olmadan da yapılabilirliği üzerinde kafa yorulmasıyla yüzyüze bu tematik sohbetlerin yapılmasının önemi bir kez daha anlaşıldı ve yolu açıldı.
Bu yolu açanlardan biri de Tuğrul Kınıkoğlu oldu. Kınıkoğlu, Antroposen Çağı ve İnsan-Kapitalizm tartışmasında bizim için hazırlık yaptı ve bir ön metin paylaştı. Metni web sitemizde de yayınlıyoruz:
Antroposen Çağı ve İnsan-Kapitalizm İlişkisi
Yaşadığımız çağa Antroposen mi, Kapitalosen mi demeliyiz?
Kapitalizmi nasıl tanımladığımız ve insanın tarihsel yaşam biçimlerini ne şekilde kategorize ettiğimize göre soruyu cevaplamak bazen kolaylaşıyor, bazen zorlaşıyor. Aşağıdaki linkteki yazı, problemin insan değil, kapitalizm olduğunu ve Antroposeni ortaya süren kapitalizmin, bunu bilinçli olarak, hedef şaşırtmak için yaptığını savunuyor:
Kapitalizm ile birlikte insanın birbiriyle ve doğayla ilişkilerindeki bozulmanın, bir kazananı olmayacak şekilde giderek hızlandığı sanırım bu grupta (muçep çevresinde) genel kabul görecektir. O yüzden her ne kadar insanın sahneye çıkmasından itibaren, doğa üzerinde diğer türlerden çok öte bir etkisi olduğunu yani bu bozulmanın çok daha önce başladığını, sinsi bir şekilde ilerlediğini ve bin yıllara varan ölçeklerde büyük tahribatlar yarattığını düşünsem de (bu konu ile ilgili daha geniş bir sohbet yapılabilir) kapitalizm sonrası durumun geometrik olarak kötüleşmesi göz önünde bulundurulduğunda ilk olarak odaklanılması gereken sorunun kapitalizmin geriletilmesi/yenilmesi/aşılması olduğu bana da mantıklı geliyor. Kapitalizmi belki biraz daha dar anlamıyla, kanunlar karşısında hakları olan, özgürlüğüne dokunulamayan, ama insani duygulardan yoksun birer psikopat konumuna yükseltilmiş, toplum faydası için kontrol/regüle edilemez bir hale getirilmiş firmalar ekosistemi olarak yorumluyorum (The Corporation, Inside Job gibi belgeseller).
Kapitalizmin en doğal, insanın doğasına en uygun sistem olduğunu savunanlar da var. Buna karşı yapılan savunmaları dinlerken bazen kapitalizmi neredeyse bizlerden bağımsız, uzaydan gönderilmiş bir kötülük gibi algılamaya başlıyorum. O zaman düşünüyorum, kapitalizmin bizim için zararları bu kadar aşikar iken neden ona karşı mücadeleyi örgütlemekte bu kadar başarısızız, neden ona karşı bu kadar zayıfız, neden hayatımızın bazı alanlarında ona karşı kahramanca savaşırken geri kalanında sessizce teslim oluyoruz? Kendi adıma sadece firmaların egemenliği ve manipülasyonu ile bunu açıklamak bana yetmiyor. Bizde de bu hastalığa bir zayıflık var gibi.
Kapitalizmi ölümcül bir virüs gibi düşünüyorum. Biyolojik olarak onun tehditlerine açığız. Fizyolojik yapımız gereği köpeği, koyunu hasta etmeyen virüs bize bulaşıyor ve öldürüyor. Ayrıca psikolojik ve sosyolojik olarak da kendimizi onun etkilerinden koruyamıyoruz, alışkanlıklarımız, yapmayı sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyler hastalığın yayılmasına neden oluyor.
Virüs metaforu, ne kadar anlamlı bilemiyorum ancak kapitalizmin aynı virüs gibi bizim insanlığımız ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Hangi özelliklerimiz bizi dirençsiz kılıyor ve kendimizi nasıl güçlendirebiliriz sorularına hem toplumsal hem de bireysel cevaplar bulmamız gerekiyor.
Aslında sorun belki de “insan” olmamızda değil “yeterince sandığımız gibi bir insan” olamamış olmamızda. Kapitalizme karşı kolay yem olmamızda öne çıkan faktörler, insana değil daha çok hayvanlara yakıştırdığımız bazı özellikler olabilir: Uzun vadeli planlar yapıp uzun vadeli faydalar sağlamak yerine kısa vadedeki çıkarların ve hazzın peşinde koşma; uzun vadedeki zararlara rağmen. Avustralya’ya Kaptan Cook’un gemilerinde varan farelerin kısa sürede kıtadaki yerde yumurtlayan kuş türlerini yok etmeleri gibi. Hiçbiri kolayca bulunan yumurtaları yerken, “bu yaptığımız sürdürülebilir mi ve acaba uzun vadede ne zararları olacak?” diye düşünmediler.
Kapitalistler bir tarafa acaba biz de bireyler olarak bu fareler gibi davranıyor muyuz sık sık?
– egzersiz yapmamız gerektiğini bildiğimiz halde üşendiğimizde
– o pasta dilimini yemememiz gerektiğini bildiğimiz halde kendimize hakim olamadığımızda
– büyük market zincirlerine karşı yerel üreticiyi korumak gerekir diye düşünürken kendimizi marketlerden ucuz sebze alırken yakaladığımızda
– kahve üretiminin nelere malolduğunu öğrendiğimiz halde kahveden vazgeçemediğimizde
– bir arabanın rahatlığı ve özgürlüğünü vazgeçilmez bulduğumuzda, arabamız veya uçakla tatillere gittiğimizde
– bir eşyadan sıkılıp onu yenilediğimizde, eskisini verecek kimse de bulamayınca çöpün kenarına koyduğumuzda
– imar geçip arazilerimiz değerlendiğinde
– ailemizin evi yıkılıp yerine apartman yapıldığında adam başı ikişer daireye içten içe sevindiğimizde
– evin mutfak dolaplarını ve tezgahını yenilediğimizde
– et, süt, yumurta üretim sisteminin vahşetini bildiğimiz halde bu sistemin müşterisi olmaya devam ettiğimizde
– yeni televizyonumuz, yeni telefonumuz, yeni kahve makinemiz, …
Bu liste çok uzatılabilir tabii ve hepimiz içinden irili ufaklı şeyler bulabiliriz kendimizden.
Bunlar istisna değil, hayatımız daha çok bunlardan oluşuyor. Belki en tepedeki küçük bir grup dışında bence insanların çoğu sistemde bir şeylerin yanlış olduğunun farkında. Bundan şikayet ediyorlar ama sürekli sistemin müşterisi olarak onu hergün daha da güçlendiriyorlar. Sistemle mücadeleye büyük zaman ve enerji harcayanlar bile ne yazık ki geri kalan zamanda yine aynı sistemin müşterisi.
İstemsiz olarak parçası olduğumuz “tavşan kaç, tazı tut” oyunu sürekli sistemden yana işliyor. Çevre bilinci her nesil artıyor ama en bilinçlilerin bile karbon ayak izi, anne babalarınınkinden çok fazla.
Çevre hareketinin çıkışı ya da geniş kitlelerce fark edilmesi, “Üretim – Tüketim – Atık sarmalı”nın Atık aşamasıyla başladı. Önce tüketim sonrası atıklar, çöpler, geri dönüşüm vs. ana konularımızdı. Halen geniş kesimlerce algılanan çevre sorunları bu kategoride. Sonra üretim süreci mercek altına alındı. Bu sürecin neden olduğu tahribat, sömürü, vs.
Ancak asıl sorun tüketimde ve henüz bu konu yeterince vurgulanmıyor. Tüketimi azaltmadıkça da diğer aşamalarda verilen mücadelelerde ilerleme sağlamak çok zor. Tam birine karşı başarı kazandık derken karşımıza çok daha büyüğü çıkıyor.
Çevre mücadelelerinde, örneğin bir firma ile bir grup köylü karşı karşıya geldiğinde tüm halka karşı bir firma havası doğuyor ama problemden doğrudan etkilenmeyen hemen herkes (örneğin diğer illerde yaşayanlar) ve hatta problemin altında ezilen yerel halk bile, sisteme ve belki bazen doğrudan sözkonusu firmaya para akıtmaya devam ediyoruz. Bu probleme çok üzülüyor, kendimizi tamamen yerel halkın yanında hissediyor hatta doğrudan mücadelenin içinde yer alıyor olsak bile hayatımızın geri kalanındaki para harcama biçimlerimizi değiştiremiyoruz.
Kapitalizmin tek konuştuğu dil para. Ödülü de, cezası da para. Sistemin para girişini kesmeden, tüketerek sistemi beslemediğimiz başka yaşam biçimleri kurgulamadan sistemi alt etmek zor.
Bu arada kapitalizm de hızlı bir dönüşüm içinde ve zararını katlayarak büyütüyor. 70’ler, 80’ler sonrası kendini yeniden yaratan ve devleşen finansal sektör ve ardından gelen dijital sektörle kapitalizm bambaşka boyutlara sıçramış durumda.
İnsanın doğaya zarar boyutuna avcı toplayıcı iken 1 birim, tarım devrimi sonrası 10 birim, ürünlerine dokunabildiğimiz kapitalizmde 100 birim dersek finansal sektörün hokus pokuslarının ve dijital sektörün sanal ürün ve hizmetlerinin sahneye çıkması ile 1000 diyebiliriz herhalde.
İnsan da özünde bir memeli. Mevcut zihinsel kapasitesi onu geleceği iyi yönetebilecek bilge bir yaratık yapacak kadar değil ama herşeyi mahvedecek teknolojik olanaklar geliştirebiliyor. Bu uyumsuzluğu gidermek için
ya
– teknoloji azaltılarak/kullanılması sınırlandırılarak/yok edilerek insan/memeli kapasitesine uydurulacak,
ya da
– insan bilinci/kavrayışı ilerleyerek yarattığı teknolojileri uzun vadeyi de hesap ederek doğru kullanmayı becerebilecek.
İnsanın bireyselliğine, seçme özgürlüğüne pek güvenmeyen çözümler:
– eski toplumlardaki tabular ve gelenekler
– Ted Kaczynski (unabomber) türü teknolojiye savaş açan bireyler ya da gruplar
– Komünizm gibi toplum yararını öne koyacak şekilde bireyin seçimlerini sınırlayan sistemler
Kapitalizmin uzun yıllardır toplum üzerinde seçme özgürlüğü ve birey vurgulu manipulatif propagandası sonucu insanların tüketimi sınırlayacak sistemlere hiç de sıcak bakmadığı ortada. Bu yüzden kolektif olarak hepimiz için daha iyi bir sisteme geçelim çabaları yandaş toplamakta zorlanıyor. Bu tip sistem denemeleri (halen devam eden ya da sonlanmış) var ancak hem dışardan hem de içerden (bireyleri kastediyorum) sürekli altları oyulduğundan vadettikleri eşit, tüketmeyen, mutlu yaşamı sağlayamıyorlar, kendi vatandaşları üzerindeki yoğun propagandalarına rağmen.
İnsanlarda (bireylerde) uzun vadeyi ve topluluğun yararını önceleyen bir karar verme değişikliği yaratabilmemiz gerekiyor ancak işler burada da çok ümit verici gelişmiyor. Bir iç yolculukla tek tek kendimizi dönüştürmek için çeşitli ruhani yaklaşımlar, meditasyon, psikolojik gelişim yöntemleri vs. öneriliyor. Harari’nin Homo Deus’ta tanımladığı gibi teknoloji yardımı ile şu andaki Homo Sapiens insanlığımızı aşarak daha bilge bir konuma yükselmek gibi yepyeni çözüm önerileri de var.
İçten dönüşüm kulağa güzel geliyor ancak kapitalizmin tüm algılarımızı yönettiği bu dünyada yeterince kısa zamanda kayda değer bir değişiklik yaratılabilir mi diye endişelerim var.
Teknolojiye teslim olunca gerçekten Homo Sapiens’in bahsettiğimiz tüm yetersizliklerini aşan Homo Deus’a mı dönüşeceğiz, yoksa tam tersine köle mi olacağız orası da karışık.
Emin olduğum tek şey var, bugünden itibaren kendi hayatımızda daha az tüketmeye başlarsak bundan biz de, içinde yaşadığımız toplum da, doğa da fayda görecek. O yüzden, diğer çözüm çabalarına paralel olarak tüketimin azaltılması konusunu merkeze oturtmak ve bunu kendi hayatımızda da uyguladığımızı herkese göstermek zorundayız.