MUÇEP Datça Meclisinde, ilgi gören, tartışılan alanlarda yüz yüze bir dizi tematik sohbetler başlatma ihtiyacı daha önceleri de defalarca dillendirilmişti. Ancak bir türlü gerçekleştirilememişti. 21 Nisan’da bu sohbetlerden ilkini, Antroposen Çağ ve İnsan – Kapitalizm İlişkisi üzerinden gerçekleştirdik. Sohbet’e ilgi ve katılım yüksekti. Kendi yerelimizde ortaklaşabilmek, önce küçük ölçekte de olsa ortak bir başarı hikayesi yaratmak üzere  birçok dersler çıkardık!

   !!! Önemli Not:
İkinci sohbetimizi 05 Mayıs’ta yapmayı kararlaştırmıştık, ancak aynı gün Datça’da yapılacak olan Hıdrıellez ve Akdenizden Egeye Doğa ve Dostluk Yürüyüşü etkinlikleri ile çakışmaması için 12 Mayıs’a erteledik!!!!!

12 Mayıs Pazar Saat 14.00’de bu kez Özbel Kafe’de Faruk Alpkaya’nın sunumu ve kolaylaştırıcılığında 2. tematik sohbetimizi yapacağız… Nereden Başlamalı… aslında belki de daha ilk başlangıç olarak “Nereden Başlamalı” ile başlatmak lazımdı bu sohbetleri? Zira hedeflediklerimizden biri MUÇEP’i ilgilendiren hemen her alanda tartışmalı mevzuların taraflar arasında  illa da sürtüşmeler-gerginlikler olmadan da yapılabilirliği üzerinde kafa yormak kadar Faruk Hoca’nın hatırlattığı gibi “bilmediğimizi kabul ettiğimiz andan başlayarak doğruyu ve güzeli aramaya başlamak, yeniden hatırlamak“tı..

Faruk Alpkaya’dan Nereden Başlayacağımıza dair bir metin ile başlatalım yeniden sohbetimizi:  

Nereden Başlamalı

Faruk Alpkaya

Başlık, Çernişevski’nin, sanayi kooperatifleri ya da komünleri kurulmasını önerdiği ve Rus Çarlığında devrimci demokrat geleneği derinden etkileyen Nasıl Yapmalı romanını, ya da Lenin’in devrimci mücadelede işçi sınıfı partisinin öncü rolünü vurguladığı Ne Yapmalı adlı kitabını çağrıştırıyor olabilir, ancak bu yazı soruya o kitaplar gibi kesin bir yanıt içermiyor… Gene de bir yerden yanıt ya da yanıtlar aramaya başlamak gerekir. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908)adlı kitabının önsözünde, Nurullah Ataç’ın “biz düşünmüyoruz… Gerçekten düşünmüyoruz, düşündüğümüzü sanıyoruz, düşündüğümüzü düşünüyoruz, ‘cogitocogitare’ [sanırım düşünüyorum] işte o kadar. Yoksa bir nesneyi, bir konuyu alıp da onu incelemiyoruz, onun üzerinde düşünmüyoruz. Bunun içindir ki, nereden, neden açılırsa açılsın, biz hemen bir takım parlak, güzel sözler söylemeye kalkıyoruz, bununla yetiniyoruz. Karşımızdakini şöyle oturaklı, dokunaklı bir sözle susturmayı düşünüyoruz. İşte bu düşünmek değildir, düşünmemenin ta kendisidir” sözlerini aktardıktan sonra bu durumun nedenlerini açıklamaya girişir. Mardin’e göre, bu düşünmeme hali felsefesizlik ve tarihsizlikten kaynaklanmaktadır; üstelik bu yalnızca Jön Türklerle sınırlı değildir, Marksistler de dahil olmak üzere Türkiye’de genel bir olgudur. O halde, Şerif Mardin’e göre, “Nereden Başlamalı” sorusuna yanıt bulabilmek için önce düşünmeye başlamak, düşünebilmek için de tarih ve felsefeye eğilmek gerekir.

***

Marx ve Engels, 1848 başında Avrupa’da bir anda parlayıp hızla yayılan, aynı hızla da sönecek olan ayaklanma öncesinde kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da, devrimci dalgayla yüzleşebilmek için bir durum tespiti yapıp genel ilkeler sıralıyorlardı. 1848 ayaklanmasını izleyen yıllarda, radikal hareketler bir sonraki ayaklanmaya hazır olabilmek için kalıcı bürokratik yapılar oluşturmaya giriştiler; önce enternasyonalist örgütler, ardından da modern siyasetin ilk milli partileri olan Fransa’daki Sosyalist Parti ile Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti’yi kurdular. 19. Yüzyılın sonlarına gelirken, bu partiler, farklı yollarla da olsa, devleti ele geçirmek üzere merkez ülkelerde sosyal demokrat ya da sosyalist, yarı çevre ülkelerde Leninist, çevre ülkelerde de milli kurtuluş hareketleri biçimini alarak bütün dünyaya yayıldı. Bu partiler, 1960’lara gelindiğinde, neredeyse bütün dünyada, ama her biri kendi ülkesinde, seçim, devrim ya da bağımsızlık savaşı sonucunda devleti ele geçirmeyi başarmış, devletlerinin bir ölçüde dönüştürmüş, ancak Fransız Devrimi’nden ilham alarak bayraklaştırdıkları “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” hedefine ulaşamamışlardı.

1968 Baharında, gene Avrupa’dan başlayıp hızla bütün dünyaya yayılan ve başladığı hızla sönen ayaklanma, büyük ölçüde kalıcı bürokratik yapılar kurarak liberalleşen, devlet iktidarını kullanırken de yozlaşan bu örgütlere ve onların devleti ele geçirme hedefine yönelikti. 1968 Ayaklanması, 1848 ertesinde kurulan partilerin radikal hareketler arasında baskın hale gelerek üzerini örttüğü, ikincilleştirdiği, “Seçimden/Devrimden/Milli Kurtuluş’tan sonra ele alınacak konular” arasına kattığı ve devleti ele geçirdikten sonra da unuttuğu İnsan Hakları, Kadın Hakları, Çevre, Barış, Nükleer Silahsızlanma gibi konuları öne çıkarıyordu. Ayaklanmanın sönmesiyle birlikte bu konulardan birini ana gündemi yapan, devleti ele geçirmek değil de etkileyerek tavır almasını sağlamayı amaçlayan, Hükümet Dışı Örgütler [NGO] ya da Sivil Toplum Örgütleri olarak anılan, en bilinenleri Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü olan dünya çapında örgütler kuruldu. Bu örgütler, bilimsel araştırmalar, kamuoyu kampanyaları, siyasetçilerle görüşmeler, sansasyonel eylemler, hatta şirketlere ortak olup tavır değiştirmeye zorlamak gibi bir çeşitlilikte yöntemler kullanarak ele aldıkları sorunların çözülmesini sağlamaya çalıştılar. Kadınlar ise bambaşka yol izleyerek farklılıklarını koruyan esnek koalisyonlar kurmayı yeğlediler.

Bugün Çin bedduasını ya da Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi adlı romanının giriş paragrafını anımsatan günlerde yaşıyoruz. Örneğin, İŞİD ya da Hamas gibi örgütlerin yaptıklarını bir yana bırakırsak, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’yı işgali; İsrail’in Filistin halkına yönelttiği soykırım; Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı çıkanların İsrail’e verdiği sonsuz destek; ABD’nin en özgürlükçü üniversitelerinde öğrencilerin ve öğretim üyelerinin İsrail’i eleştiren açıklamalarına göz yuman rektörlerinin görevden alınması; Columbia Üniversitesi’nin Filistin’i destekleyen öğrencileri okuldan uzaklaştırması; başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde “From the river to the sea, Palestine will be free” [Nehirden Denize Özgür Filistin] sloganının yasaklanması, Rusya’nın  katliam yapan İŞİD üyelerine kulak kesme dahil yaptığı işkencelerle övünmesi… Türkiye, Macaristan, Hindistan, Çin, dünyanın dört bir yanından gelen haberler her türlü değerden uzak bir devlet aklının çalıştığı, anayasa, yasalar ve yargı kararlarına yöneticiler başta olmak üzere gücü yeten kimsenin uymadığı, devleti etkileyerek olumlu kararlar almasını sağlamaya amaçlayan hak arama yöntemlerinin giderek işe yaramazlaştığını akla getiriyor.

***

Tarihsel zemini böyle kurduktan sonra felsefi bir zemin kurmaya geçebiliriz. Felsefinin temelinde dogmalardan uzak, doğruyu ve güzeli bulmayı amaçlayan (arayan) bir spekülasyon vardır. Platon için bilmek bir hatırlama sürecidir, bu açıdan bakarsak bildiklerimiz büyük ölçüde hatırladıklarımızdır. Hatırlama sürecinin kökeninde illa idealar dünyasının olması gerekmez, tam aksine içine doğduğumuz dünyada duyduklarımızı, okuduklarımızı, izlediklerimizi vb hatırladığımız ölçüde bildiğimizi sanırız. Felsefi bir bakış kazanabilmek, doğruyu ve güzeli arayan bir spekülasyona girişebilmek, daha doğrusu aramaya başlayabilmek için ilk yapmamız gereken bildiklerimizi (hatırladıklarımızı) unutmaktır. Dolayısıyla bilmediğimizi kabul ettiğimiz anda doğruyu ve güzeli aramaya başlayabiliriz. Ancak her unutma sürecine aslında bir de yeniden hatırlama (tarih) süreci eşlik eder.

12 Mayıs Pazar saat 14.00’te Özbel’de  ÖZBEL KAFE’DE sohbetimize bekliyoruz…

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir