Doğa Sınır Tanımaz

0

Lon Mutlu Briet – MUÇEP Bilim Komisyonu Üyesi

Doğayı korumak, ulusal bir mesele değil; dünyanın ortak meselesidir. 

Adana – Çukurova Sanat Günleri’ne davet edildiğim için teşekkür ederim. Çukurova’yla ilgili bazı eski anılarımı sizinle paylaşarak söze girmek istiyorum.

1974’te Suriye’ye giderken Çukurova’nın içinden geçmiştim. İlk okuduğum Türkçe kitap ise, Yaşar Kemal’in İnce Memed’iydi. İnce Memed’in dolaştığı o yerler, o makili dağlar, aynen Bodrum’daki dağlar gibidir. Doğası da aynıdır üstelik, tıpkı insanının benzediği gibi…

Neden aynıdır, neden benzermiş peki? Çünkü orası da Akdeniz, burası da Akdeniz. Aynı coğrafya yani. Akdeniz insanları binyıllardır birbirlerini tanır; binyıllardır aynı toprakları, ekolojik ortamı, habitatı paylaşır; her konuda karşılıklı etkileşim içindedir; ticaret, sanat, kültür  ve din alışverişinde bulunur. Bulutuna bakıp havasını, suyuna bakıp rüzgarını anlayan denizciler, tekneleriyle eğlene oynaya, kimi zaman kötü Akdeniz havalarına esir düşerek binlerce yıldır adadan adaya, kıyıdan kıyıya hala gidip gelirler.

Küçükken, ailece bazen Fransa’ya tatile giderdik. Hatırlıyorum da o zaman havası bile çok sıcak, çok bunaltıcı gelirdi bana. Yemekleri, dili, çiçekleri, ağaçları, börtü böceği, hep yabancıydı bana; egzotik bulurdum her şeyi.

Ege ve Akdeniz’in başka bir köşesinde, yani Bodrum’da 40 yıl yaşadıktan sonra, birkaç  yıl önce tekrar Güney Fransa’ya gittiğimde ise çok şaşırmıştım; kendimi evimde gibi hissetmiştim bu sefer; her şey çok tanıdık gelmişti; zeytin ağaçları, nar, asma, kuşlar…  Güney Fransa  ile Bodrum aynı ekolojik bölgeye aitti çünkü. Güney Fransa, her ne kadar Avrupa sınırlarının içindeyse de, Kuzey Avrupa’dan çok farklıdır ve ekoloji açısından daha çok Ege kıyılarıyla kardeştir. Yani, doğa sınır tanımaz; politik sınırlara, ulusal sınırlara uymayı bilmez.

Kuşlar mesela, Afrika ve Kuzey Avrupa’nın arasında yılda iki kere gidip gelirler; kışı bir tarafta, yazı diğer tarafta geçirirler. Aynen yürükler gibi; yazın serin yaylalarda, kışın aşağılardadırlar…

 

Flamingolar (“allı turnalar”), Balıkçıllar, Tepeli Pelikanlar ve diğer göçmen su kuşları, Bodrum yakınındaki Tuzla Sulak Alanı’nın kış misafirleriydi. Havaalanı yapılmadan evvel aslında Güllük Sulak Alanı’nı tercih eden bu kuşlar, havaalanı yapıldıktan sonra Tuzla Sulak Alanı’na gitmeye mecbur bırakıldılar. Şimdilerdeyse, buradaki insan baskısından dolayı İzmir Kuş Cenneti’ne, Gediz Deltası’na gitmeye başladılar. Aynen şımarık turistler gibi yani; seçici davrandılar…

1980’li yılların sonlarına doğru, uygulanan liberal ekonomi ve özelleştirmelerin doğal sonucu olarak, ülke genelinde tüketim toplumu yaratıldı. Bu süreçten nasibini alan Bodrum, hızla kalabalıklaşmaya başladı; sonra da uluslararası tur operatörlerin buyruğuna girdi. Kalabalık ve gürültülü bir tatil beldesi haline gelmemizin ardından, ilçemize kaliteli turist getiren küçük yabancı şirketler, Bodrum’dan vazgeçti. Daha sakin olan Kaş, Kalkan tarafına yöneldiler.

Çevre hareketi, bu kalabalıklaşma, yoğun yapılaşma ve küresel tüketim furyasına bir tepki olarak o yıllarda doğdu.  Çevreciler, doğayı korumaya çalışmış olsa da; pek başarılı olamadı.

Adana’da da çok fazla korunan doğal alan var. Peki niye? Çok fazla korunmaya muhtaç alan  var da o yüzden elbet. Çukurova, sanayinin baskısı altında biliyorsunuz. Doğa, bazen böyle yalnız, korumasız kalır; aslında yalnız kalmaz da sesini duyuramaz; ta ki tayfunlar, tsunamiler, buzdağların erimesi, bereketli toprakların çölleşmesi ortaya çıkana dek… Doğa, sıkıntısını böyle belli eder genellikle. O an geldiğindeyse; hep geç kalınmıştır nedense! İşte o noktaya gelmemek için, gidişatın bilincinde olan birileri, doğayı korumak için bazı yöntemler aramaya başladı yıllar önce. Dünya için, Akdeniz için bir araya geldiler ve ülke sınırlarına bakmaksızın paylaştıkları doğayı, kültürü korumak adına bazı sözleşmeler yaptılar.

70’li yıllarda sulak alanlar ve su kuşlarını korumak için Ramsar Sözleşmesini, 1975’de  Akdeniz Eylem Planı’nı, 1979’da Bern Sözleşmesini imzaladılar. Türkiye, bu sözleşmelere 1984 yılında taraf oldu.  Edebiyat ve kültürün yanında, Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi ve 1992 Rio de Janeiro’da yapılan BM Çevre ve Kalkınma Zirvesinde alınan kararların ruhuna uygun biçimde hazırlanan 1995 Barselona Sözleşmesi, deniz çevresi tanımını kıyı alanlarını da kapsayacak biçimde genişletmiş; ayrıca, sürdürülebilir kalkınma hedefi, halkın katılımı, çevresel etki değerlendirmesi gibi unsurlar getirmiştir. Bu çerçevede yenilenen sözleşmenin adı “Akdeniz Çevresini ve Kıyı Alanlarını Korunması Sözleşmesi” olarak değiştirilip yürürlüğe konmuştur. Türkiye yeniden düzenlenen Barselona Sözleşmesi’ne 2002 yılı itibariyle taraf olmuştur. Bütünleşik Kıyı Alanları Yönetiminin temel esasları Barselona Sözleşmesi kapsamında tanımlanmıştır.

Öte yandan, bu sözleşmelerin uygulanması ve takibi için de ayrıca sınır ötesi bazı birlikler, kurumlar, teşkilatlar oluşturulmuştur. Çünkü doğa sınır tanımazdı ve devletler buna mecburdu.

Bir örnekle devam edeyim…2007’de Mersin’den ülkemize bir böcek türü girdi. Kırmızı Palmiye Böceği denen bu böcek, sonraki yıllarda bütün Akdeniz bölgesinde Feniks çeşidi palmiyelerimizi öldürmeye başladı; Üstelik sadece Türkiye’de değil, Mısır’da da, tam karşımızdaki  Kos Adası’nda da çok miktarda feniks öldü.

Başka örnekler de vereyim; zeytin ağaçlarına zarar veren bir böcek türü, şimdilerde bütün Akdeniz bölgesinde yayılmış durumda. Köylüler, zeytindeki verim düşüklüğüne bu böceğin sebep olduğunu hala bilmiyor… Yaşamları tehlikede olan deniz kaplumbağaları, Caretta Caretta’lar mesela, burada doğup büyüdükleri halde ta Güney Amerika’ya giderler; sonra da Akdeniz kıyılarına, doğdukları plajına geri dönüp yumurtlarlar… Akdeniz Foku, Monachus Monachus’ların da sayıları çok azaldı kıyılarımızda. İyon Denizi’nde bulunan Zakynthos Adası’nda, Akdeniz’in diğer bölgelerinde, Kuzey Batı Afrika ülkesi olan Mauretanya’nın kıyılarında yaşıyorlar artık…

Sınır tanımadıkları için ancak uluslararası girişimler bu ürkek memeli hayvanları koruyabilir, sayılarının azaltılmasını önleyebilir. Süveyş kanalından ve Cebelitarıktan genellikle yabancı yosun türleri ve balıklar girer. Bunların kimisi uyum sağlar Akdeniz ekosistemine;  kimisi de zarar verir. Tıpkı göçmen insan gibi!..

Bodrum’dan bahsedersek,

1990 ve 2005’li yılların arasında yerel mücadele başarılıydı; yerel yönetim, bir dereceye kadar insanlara söz geçirebiliyordu. İnşaat o yılların ihtiyacına göre yapılırdı; ikinci evler, hotel ve pansiyonlar… Ama sonra, yerel yönetimin yetkileri azaltıldı ve merkeziyetçi bir yönetime dönüşüldü. Bundan sonra kararlar Ankara’da alınmaya başlandı; ki hala da öyle. Amaç, ihtiyac değil; para kazanmaktı artık. Hedef, büyüyen bir ekonomiydi. Turizm sektörü, inşaat sektörü bu amaçla bölgeye gelmişti. Derken,  kent ve doğanın dengesi bozulmaya başladı.

Nitelikli bir yaşam için kent ve doğanın dengesini korumak zorundayız oysa. Bu nasıl yapılır? Barselona Sözleşmesi ne diyor, ona bakalım; “Kıyı alanlarının bütünleşik yönetimi, sorunları gündeme geldikleri şekliyle değil, daha kapsamlı bir tarzda, yani çevreyi oluşturan tüm bileşenler arasındaki etkileşimi de göz önünde bulundurarak ele almayı gerektirir.”

Bir adım daha atsak; bütüncül bir anlayışla planlarımızı yapsak ve artık büyümeye dur desek… Olmaz mı?.. Bodrum’da her taraf inşaat, yol, AVM, hotelle dolu. Yazın trafikte sıkışmayalım, hepimiz denize girebilelim, üretici bahçe ve tarlalarda tarım yapabilsin. Gıdayı niye ithal edelim ki?. Ormanlarda arıcı, arıcılık yapabilsin. Nicelik yerine niteliği artırmak için uğraşsak? Turizm kötü gidiyorsa, ki kötü gidiyor, yeni hotel yapılmasın, eski hotelleri iyileştirmekle yetinelim desek artık? Büyümenin bir sonu var. Kalkınmak, sonsuza dek büyümek demek değildir.

Şimdiye kadar Bodrum’da neler mi korundu?  Karaada, Adaboğazı, Küdür, Yarımada’nın içindeki ormanlar, Mumcular-Karaova tarım arazileri; Bodrum’un dağları, siluetleri, antik çağın yaşam alanları… Akyarlar’ın üstünde, Geriş, Dereköy, Yalıkavak, Dağbelen dağlarında sürdürülen hayvancılık faaliyetlerinin yok edilmesi büyük hatadır. Tüm bu alanlar, sağlıklı insan hayatı için de gereklidir.

Bu arada, şunu da söylemekten geçemeyeceğim; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, ülke genelinde sit kavramı dahil, sit alanlarının derecelerini değiştiren, yeni kavram ve kategoriler getirerek korunan alanlarda yapılaşmayı amaçlayan projesi, önümüzdeki en büyük, en tehlikeli gelişmelerden birisidir. Muğla Çevre Platformu’nu, bu sözde ekolojik temelli araştırmayı incelemek, değerlendirmek ve Muğla’nın değerlerinin korunması için kurduk. Bu, yerel bir sahiplenme hareketidir; ancak aynı zamanda ülkenin diğer bölgelerindeki çevre hareketleriyle de işbirliğini öngörmekteyiz.

2014 yılında Bodrum’un dağlarında RES’ler kurmak için projelerin üretildiğini öğrendik. Buna karşı mücadele ederken projelerin yerel halka sorulmadan, bildirilmeden kapalı kapıların arkasında tezgahlandığını ortaya çıkardık. Tabii ki küresel ısınma bizi de ilgilendirir; küresel ısınma sınır tanımaz, hepimizin meselesidir. Petrol ve fosil enerjisinden vaz geçmemiz gereklidir. Yenilenebilir enerjiye dönüşmemiz gerek. Ama parantez arasında en temiz enerji kullanılmamış enerjidir; yani tasarruf etmek gerek; evleri, eski insanın yaptığı gibi iklimi düşünerek yapmak gerek. Unutmayalım ki, klimaya gerek yoktu o evlerde.

RES’lere dönersek; enerji santrallerinin yerini de bütünleşik yönetim anlayışıyla seçmek gerek. Bodrum Yarımadası turizmden gelir sağlamaya devam edecekse, tepelerindeki görüntüyü bozacak, çıkaracağı seslerle insan sağlığa dahi zarar verebilecek RES’ler asla kurulmamalıdır. Hele hele, bu tepelerimize tek bir inşaat dahi yapılmamalıdır; hayvanların olan otlak yerleri, yaban hayat alanları asla bozulmamalıdır.

Burada temsil ettiğim Bodrum Yarımadası Kültür ve Çevresini Koruma Derneği, bu RES’lere karşı sürdürdüğümüz mücadelenin içinden doğdu. Sadece RES’lere dava açmıyor; kültür ve çevre konulu, farkındalık ve bilinçlendirme amaçlı faaliyetlerde de bulunuyor. Yarımada’nın değişik yerlerindeki arkeolojik kazılarının araştırmalarının yapılmasına her türlü destek veriyor.  Pedasa, Geriş’in tepeleri, Myndos vb. İz TV Rifat Çığ ile Bodrum’un Gizli Geçmişi adlı belgeseli yaptı. Prömiyeri Herodot Kültür Merkezinde halka açık bir gala ile kutlandı. Derneğimiz önümüzdeki süreçte sosyal sorumluluk anlayışıyla etkinliklere, çalışmalara devam edecek…

Kuşlar gelir gider; aynen insanlar gibi… Leopar ve oklu kirpi gibi hayvan türleri ne yazık ki coğrafyamızdan kaybolmuştur. Bodrum eski çağlardan beri çeşit çeşit insanlara ev sahiplik yaptı. Atalarımızdan devraldığımızı gelecek kuşaklara devretmek gibi bir görevimiz var. Ne rüzgar ve güneşin, ne de doğanın sahibi yok; olamaz da… Evet, doğanın sahibi değiliz; ama ona sahiplenmek bize düşüyor…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir